Jeoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jeoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Paleontoloji Defterleri -11

31

32


33
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-10

26b

28

30

29
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-9

24b

25

27

26a
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-8

22

23

24a

Paleontoloji Defterleri-7

PALEONTOLOJİ YÖNTEMLERİ

Fosil örneklerinin toplanması, incelemeye hazırlanması, inceleme, fosil formlarının belirlenen yönlerde kesitlerinin hazırlanması ve istenilen tanımlayıcı şekillerin eldesi, tanımlama; paleontoloğun çalışmalarının başlıca aşamalarını oluşturmaktadır. Bu çalışma aşamaları öncelikle sahada başlatılarak laboratuvarda sürdürülmektedir.

Fosil Örneklerinin Derlenmesi

Paleontolojik araştırmaların temel objesi durumunda olan fosil örnekleri, öncelikle yapılan jeolojik incelemenin amacına uygun olarak ya stratigrafik amaçlı yada tektonik amaçlı bazen de bir sedimanter maden yatağı veya petrol düzeylerinin araştırılmasına yönelik yaş ve çökelme ortamının belirlenmesi amacıyla inceleme alanından sistemli bir biçimde toplanıp derlenirler. Stratigrafik amaçlı incelemelerde öncelikle biyostratigrafik ve kronostratigrafik zonlamaların yapılabilmesi için ölçülmüş stratigrafi kesitler alınarak çalışmalar sürdürülmektedir. Saha çalışmasında çalışılan alanın haritası üzerine alınan örnek yada kesit yerleri işlenir. Derlenen fosil örnekleri içinde Protozoa grubuna ait olan iri foraminifer formları (Fusulina, Nummulites, Orbitoides, Alveolina, Loftusia, vb.gibi) doğrudan katmanların içinden yada yerinde döküntülerinden kolaylıkla toplanırlar, bazı durumlarda ince taneli yumuşak kaya türü (marn, kil, silt, çamur) örneklerinde yapılan yıkama işlemleriyle benzer fosiller elde edilebilmektedir. Metazoa grubundan mercan, brakiyopod, mollusk gibi makro omurgasız ve omurgalı fosiller genellikle gözle görülebilir büyük boyutlu organizmalar durumunda olup, tabaka düzlemlerinden, yerinde döküntülerden yada kolay ufalanabilen kayaçlardan çıkarılırlar ve örnek numaraları verilerek torbalanırlar, örnekler hakkında bilgiler aynı zamanda saha defterine örnek yeri koordinatları ve bulunduğu litolojinin özellikleri de eklenerek yazılır. Jeolojik saha çalışmalarında saha jeologları, uzman stratigraf ve paleontolog üçlüsü birbirlerini bütünleyen öğelerdir. Fosil örnekleri derlenirken istenilen, sahadaki yüzleklerden (mostralardan) taze yüzey ve katman içindeki düzeylerden alınmasıdır. Mikropaleontolojik incelemeler için alınacak kayaç örnekleri de numaralanarak torbalara konur. Paleontolog kendi başına bir çalışma yürütüyorsa, derlediği örneğin coğrafik yeri, stratigrafik istifin durumu, bölgenin tektonik yapısı, litolojik özellikleri ve fosil topluluğu hakkında bilgi edinmelidir (SAYAR, l990).
Örneklerin İncelemeye Hazırlanması
Örneklerin temizlenmesi

Öncelikle mikrofosillerin ayrılması için, bir yıkama işlemi gerçekleştirilir. Bu işlemde etil alkol ve hidrojen peroksitin %10'luk eriyiklerinden yararlanılır. Bu işlem sonucunda ayrışmış olan fosil tane örnekleri, binoküler mikroskop altında su içinde bir temizleme iğnesi kullanılarak üstlerindeki çökel bulaşıklarından arındırılır. Sert kayalarda mikrofosilleri elde etmek için fiziko-mekanik yöntemlerle, hidrolik pres altında parçalama ve ufalama işlemleri yapılır. Bazı durumlarda da, makrofosiller için asit eriyikleri kullanılmaktadır: silis için florik asit, kireçtaşları için hidroklorik asit yada asetik asit değişik konsantrasyonlarda (çoğunlukla %10) kullanılmaktadır. Spor ve polenlerin eldesi için de, matriksin doğasına ve yapısına uygun hazırlamaya gidilir (BABIN, l97l).
Şekil 1-22, Aşama halinde bir fosil örneğinin temizlenerek incelenir hale getirilmesi (BABIN, 1971).
Örnekleri sağlamlaştırma ve kopyalama (mulaj işlemi)

Kumtaşı gibi kırılgan materyalde fosilleşmiş organizmaların elde edilmesi durumunda bu formların korunması problemli olabilmektedir, bunun için yapıştırıcı bir solüsyonun püskürtülerek fosillerin sağlamlaştırılması gerekmektedir. Fosillerin sağlamlaştırılması, kolleksiyonların korunması için zorunludur. Omurgalı kemikleri, amil asetat, kolofan resin, aseton ve selüloid solüsyonları yardımıyla dirençli bir duruma getirilirler.

Elde edilen önemli ve az sayıda nadir örnekler üzerinde çalışmaların rahatlıkla sürdürülebilmesi için plastik, lateks, resin gibi maddeler kullanılarak kopyaları (mulajları) alınır. Daha iyi örnekler elde edebilmek için bakır galvanoplastik maddeler de kullanılmaktadır. Bazı durumlarda tüm kolleksiyondaki örneklerin mulajları alınmaktadır. Daha iyi bir araştırmaya yönelmek ve güncel örneklerle karşılaştırmalar yapmak için günümüz örneklerinin de mulajlarının yapılması yoluna gidilmektedir (Şekil l.23).

Şekil 1.23. Güncel bir Crustacea cinsi Callinassa’ya ait bir yuvanın plastik mulajının yakın görünümü (BABIN, 1971)

İnce kesitler, parlatma kesitleri, seri kesitler

Özellikle Protozoa grubuna ait Foraminiferlerde olduğu gibi çok sayıda organizmayı (başlıca mikroorganizmalar) tanımlayabilmek için fosil içeren kayaç örneklerinden ince kesitlerin hazırlanması gerekmektedir. İnce kesitler yardımıyla hem fosil popülasyonun farklı yönden geçen tanımlayıcı özellikleri incelenebileceği gibi, hem de fosilleşmiş olduğu çökel ortamı ve ilişkileri öğrenilebilinecektir. İnce kesitlerden aynı zamanda Paleobotanik'te anatomik etütlerde de yararlanılmaktadır. Bryozoa'lar ve Sölenterat'larda sistematik incelemelerde ince kesitler tanımlayıcı olmaktadır. Bununla birlikte fosillerin kabuk yapılarının incelenmesi ince kesitlerin mikroskop incelemeleriyle mümkün olmaktadır. İnce kesitler ince kesit laboratuvarlarında hazırlanmaktadır. Bu hazırlama işlemlerinde, öncelikle kesme makinasında kayaç örneğinden fosillerin gözlenebildiği yerlerden geçecek biçimde 5 mm. kalınlığında bir parça kesilir, bu parça paleontolojik incelemeler için elverişli olan 2 mm. kalınlığında ve 5x4 mm. boyutunda bir cam lamı üzerine Kanada balsamı, 404 ve benzeri kuvvetli yapıştırıcı ile yapıştırılır. Daha sonra lam üzerindeki kayaç parçası aşındırılır ve 0.5mm. kadar inceltilir ve normal ışığı geçirecek biçimde olması test edilir. Bu aşamadan sonra ince kesit incelemeye hazır durumdadır. Benzer biçimde bir dizi tane makro fosil örneğinin de istenilen amaca göre farklı kesitleri hazırlanabilmektedir. İnce kesitler yapıldıktan sonra üzerine örnek numarası yazılır ve örnek yönlü ise işareti belirtilir.

Nautiloid, Brakiyopodlar vb. gibi makrofosillerde çok önemli iç karakterlerin öğrenilmesinde yararlı olan kesit türlerinden birisi de, "Parlatma kesitleri" dir. Fosil örnekleri bu kesit hazırlanırken Krom oksit ile ince bir yüzey aşındırmasının etkisinde bırakılır, daha sonra bu yüzey sulu bir alümin solüsyon ile parlatılır.
Seri kesitler (asetat kesitleri), düzenli aralıklarla kesilen kayaç plakalarından mm. nin onda biri incelikte bir film elde edilmesi esasına dayanır ve bu film levhası da ayrıntılı bir incelemeye olanak sağlamaktadır. Özgün anatomik incelemeler için de bu kesitler rahatlıkla kullanılmaktadırlar. Özellikle seri kesit örnek uygulamaları Brakiyopodlarda pelikül yada selülozdan yararlanılarak kireçtaşı litolojilerinde yapılmaktadır. Seri kesitler hazırlanırken litolojinin parlak yüzü %5'lik HCl ile işleme tutulur, sonra yüzey kuruduktan sonra aynı yüzeye aseton dökülür ve asetat filmi bu yüzeye yapıştırılır ve kurumaya bırakılır sonra elde edilen seri kesit incelemeye hazır durumdadır. İnceleme ya mikroskopta yada slayt formuna getirilerek perde de yapılabilir. Seri kesitlerle Brakiyopodların branşiyal ve deltidium kısımları detaylı bir şekilde incelenebilmektedir.

Diğer Araştırma Yöntemleri

Paleontolojide materyalin incelemeye hazırlanması konusunda birçok farklı tekniklerden de yararlanılmaktadır. Bunları Radyografi, Ultraviyole ve Enfraruj ışınlardan yararlanma, Elektron mikroskop uygulamaları olarak sıralamak mümkündür.

Radyografi: Paleontoloji'de X ışınlarından yararlanmadır ve ilk denemeleri l896'lı yıllara dayanmaktadır. İnce plakalı siyah şistlerde elverişli olarak kullanılmaktadır. Fosillerin anatomilerini gözlemlemede yararlıdır (Şekil-l.24).

Ultraviyole ve Enfraruj ışınlarından yararlanma: Özellikle opak fosiller üzerinde (özellikle karbonize örnekler, Şekil-l.25, l.26, l.27) enfraruj ışın uygulamaları yapılabilmektedir.

Elektron Mikroskobu: Bu özel mikroskobun güncel uygulamalarıyla paleontolojide önemli sonuçlar elde edilebilmektedir. Bu araştırmalara birkaç örnek vermek gerekirse; Mollusk (Pelesipod, Gastropod ve Sefalopodlar) kavkılarının ayrıntılı incelenmesinde (Şekil-l.28); Paleozoyik brakiyopodlarından Syringothyris kavkılarının iç yapılarının elektron mikroskobu ile incelemesine bir örnek Şekil-l.29 da verilmiştir. Konodontların mikro yapılarının (Şekil-l.30) ve Kokolit sistematiğinin yenilenmesi (Şekil-l.31) incelemelerinde kullanılmaktadır.

Bilgisayar: Doğrudan bir araştırma aracı olmaktan çok, bazı problemlerin çözümünde paleontoloğa yardımcı olur ki, bunların içinde en önemlilerini iz fosillerin araştırılması oluşturmaktadır (Şekil-l.32).

Resimleme

Resim, yazılı metnin daha iyi açıklanabilmesi ve kanıtlayıcı belge olabilmesi bakımından paleontolojik yayınlarda kaçınılmaz bütünleyici bir özellik taşımaktadır. Yeni türlerin ortaya konulmasında resimleme zorunludur. Eski paleontoloji eserlerinde üstün bir çizim yapılması tercih edilmiştir. Fotoğraflanması ve desen çizimi yapılan mataryelin gelişimi resimleme ile tanımlanabilmektedir.

Şekil 1.25. Aynı Graptolit örneğinin (Diplograptus gracilis) fotoğrafı: a)Normal ışıkta ve b) İnfra-ruj ışıkta (BABIN, 1971).

Şekil 1.26. Flüoresans ve ultraviyole fotoğraflarından yararlanma: a) Manganez oksit dendritik oluşumlarının kaya yüzeyinde normal bir ışık altında fotoğrafı, b) Flüoresans ışıkta aynı örneğin görünümü; bir Crustacea larvası olan Phyllosoma priscum (LEON’dan) (BABIN,1971).
a. Çizim

Üstün fotoğraflama tekniklerine rağmen, çizim (desen) olgusu, karmaşık öğelerin şematize edilmesi ya da kötü fotoğraf eldesi durumunda, bazı özellikleri daha iyi bir şekilde ortaya koyabılmek için oldukça faydalı bir yöntemdir. Fosillerin (başlıca Brakiyopodlar ve Trilobitler) farklı morfolojik özellikleri ve iç karakterlerini daha iyi tanımlayabilmek ve organizmanın ilksel morfolojisini ortaya koymak için başarıyla uygulanan bir yöntem olarak çizimden yararlanılmaktadır.

Şekil 1.27. Spesifik karakterlerin ayırt edilmesi için Floresans ölçümünden yararlanma: Şekilde iki Belemnit rostrum zonunun yapısı görülmektedir. Solda Actinocamax, sağda Belemnitella cinslerinin altta yer alan şekillerde flürosans analiz diyagramları görülmektedir. Rostrumlardaki kristallenmelerdeki farklılıklar da bu analizlerle saptanabilmektedir. (doküman LEITZ) (BABIN,1971).


Şekil 1.28. Cephelapod kavkılarının incelenmesi için elektron mikroskobundan yararlanma. Pseudorthoceras knoxense türü, orthocone bir Nautiloid’tir. Bölmelerdeki çökellerde tekrar kalsifikasyon görülmektedir (x20 500)(GREGOIRE’den) (BABIN,1971)

Şekil 1.29. Karbonifer yaşlı bir Brakiyopod olan Syringothyris cuspidata’nın braşiyal kapağının prizmatik seviyelerinin tanjansiyel kesitinin elektron mikroskop incelemesi. Bir noktadaki mikrokristalin dolgu görülmektedir.(x4 000) (SASS’tan) (BABIN,1971).
Şekil 1.30. Elektron mikroskopta bir konodontun yapısının detayı (PIETZNER, VAHL, WERNER& ZIEGLER’den)(BABIN,1971).


Şekil 1.31. Aynı Coccolit formu Discoaster gemmeus’un solda ordiner mikroskopta (x 4000) ve sağda elektron mikroskopta (x 4500) görünüşü (HAY&MOLLER’den) (BABIN,1971).

Şekil 1.32.Paleontolojik araştırmalarda bilgisayardan yararlanmaya örnek. İz fosillerin açıklanmasına ilişkin kontrol:
a) Kretase filişinin kompleks meandriform (menderesli) izi, b) Sinüse benzeyen izlerin bilgisayar programıyla oluşturulması (RAUP & SEILACHER’den) (BABIN, 1971).

b. Fotoğraflama

Fosiller üzerinde tanımlayıcı özellikleri saptayabilmek ve için , daha kontras görüntüler elde edebilmek için, mağnezyum oksit ya da amonyum klorür uygulaması ile fosil materyel üzerinde bazı tonlamalar eldesi olanaklıdır. Böylelikle elde edilen fotoğraf, tanımlayıcı olacaktır. Negatif fotoğrafik görüntü, asetat filmleriyle yapılabilmektedir. Stereografi ile çift
aynı objeden, röliyefleri ile fosiller detaylı incelenebilmektedir (Şekil-l.33).

Şekil 1.33. Stereofotografi örneği, bir Devoniyen Goniatit’inin (Pharciceras lunulicosta) İlk turu ve ilk locası (x12) (MEMIN in PETTER) (BABIN,1971).

Yeniden kurgu (Reconstitution)

Tüm paleontolojik çalışmaların ışığında elde edilen fosil materyelin özelliklerini de katarak fosillerin yaşamış oldukları zamanlara ait canlandırmalar ya da bunların boyutlarına göre modellerinin oluşturulması ve müzelerde sergilenmesi için yeniden kurgu oldukça önemlidir. Bu yönüyle Paleoekolojik incelemeler için yeniden kurgu yararlanılan bir yöntemdir. Yeniden kurgu üzerine birçok araştırmacı, fosil organizmaların gerçek yaşamlarına ait birçok başarılı canlandırma örneğini gerçekleştirmişlerdir. Ülkemizde de M.T.A Doğa Tarihi Müzesi' nde bu canlandırma ve yeniden kurgu örneklerini görmek olanaklıdır.







23

İnsan Düşüncesinde Yerküre (İlkçağlardan Rönesansa)-5

Yunan Tanrılar Topluluğunun Ortaya Çıkışı

Hesiodos’un Theogonia’sında tanrı soyları ve kuşaklarının birbirini izlemesi anlatılır. Kendi adıyla konuşan ilk şair olan Hesiodos “Herşeyden önce Kaos vardı ve hemen ardından toprak ana gelirdi. Bütün tanrıları doğuran toprak anadır, kendisini de sarıp sarmalayan, tanrıça Nympha’ların uğrak yeri olan Yüksek Dağları, dölsüz deniz Pontos’u ve derin anaforlu Okeanos’u toprak ana doğurmuştur” söylemlerinde bulunmuştur.
Bu hayal ürünü olan mitoslarla ilgili olarak yine Theogonia’da şiirlerde anlatılan Zeus ile yandaşları Titanların savaşı ve yine Zeus ile yanardağ tanrısı Typhon arasındaki savaş; İÖ 2 bin yılının içinde Miken Uygarlığını yıkan Akdeniz’in Santorini adasındaki çok büyük yanardağ püskürmesi ile Etna’nın patlaması ve püskürmesi (İÖ 735) ni simgelediği söylencesi akıllarda kalmıştır.
İlkçağda yaşanmış yanardağ olaylarını; Doğu Hint Adalarından Krakatoa Adası’nda (1833) yılındaki felaket ile karşılaştırmak olanaklıdır; bu felakette “ magma kazanının tavanı çökerken, kazan havaya uçar ve boşluğa dolan okyanus suyunun patlamasıyla buharlaşması bir olur. Patlama sesi 3000 mil ötede Avustralya’dan duyulur. Patlamanın yaydığı toz, ışıltılı gün batımlarına neden olmuştur uzun yıllar. Filipinlerdeki Pinatubo Yanardağının 1991’deki püskürmesinde de aynı olaylar yaşanmıştır. İlkçağ dünyası insanlarının olayları başka biçimde açıklama şansları şüphesiz olmamıştır. Fiziko-mitoloji adıyla algılanabilecek bir durumuyla bu söylencelere değinmek yerinde olacaktır.
Greklerin abece yazısını bulmalarının (büyük olasılıkla İÖ 7.yüzyıl), sözlü anlatımı körelttiği ve düşün alanında büyük gelişmelere neden olduğu ileri sürülmektedir. Abece’nin bulunuşu, bilgileri kodlara dökme ve mantığın bulunuşunun kolaylaşmasına da neden olmuştur.Yazın yoluyla aktarıma geçiş, metinlerin eleştirel biçimde ele alınmasına ve evrenin ne olduğunun (tanrılar işe karıştırılmadan) yeniden anlatılmasına olanak sağlamıştır.

Batı’daki çoğu eskiçağ toplumları arasında, olan bitenleri toplayıp karşılaştıran, tutarlı bir şekilde birleştirme yoluna giden, evreni büyüye ve hurafeye dayanmadan açıklayan antik Yunanlılar olmuştur. Düşünce üreten, ayağı yere basan açıklamalar yapan doğanın ilk filozofları antik Yunanlılardan çıkmıştır. Şüphesiz antik Yunanlıların bu duruma gelmelerinde Sümer ve Mısır uygarlıklarından bir miras durumunda yararlanmalarının büyük katkısı olmuştur.
Sokrates öncesi düşünürlerin Milet’te yaşamaları ve bulunmaları (MÖ.470-399), günümüz felsefesinin temellerinin atılması ve kurgulanmasında önemli olmuştur (Popper,1958-1959).

Bu antik düşünürlerin dört dikkate değer yanı ortaya çıkmıştır:
1. Olgunun dışardan görünüşü ile fiziksel görünümü arasında bir ayrımın yapılması,
2. Bir temel yapı ”maddesi” yada ”maddeleri”nin bulunma ve bunların bir değişim içinde olabilmeleri,
3. Temel yapı maddesinin ne olabileceği hakkında görüşler,
4. Değişik düşüncelerin eleştiriye açık tutulması.

Milet’lilerin en erkencisi Thales (MÖ.624-548/545)’e göre dünyayı oluşturan temel yapı maddesi “Su” dur. Buhar ve buza dönüşü düşünüldüğünde uygun bir seçim gibi görülmektedir (doğal neden ve süreçlere bağlı bir açıklama).
Anaksimendros’un hocasına çıkışı ve eleştirisel sorusu “ Diyelim ki yerküre suyun üzerinde duruyor, peki suyu yerinde tutan ne?” olmuştur. Anaksimendros’a göre bu yapı maddesi “apeiron” (bir alt katman) (uçsuz bucaksız, sınırlanmamış, biçimsiz yada biçim almamış) dur. Anaksimendros’a da sorulan bir soru olabilirdi? “Her şey sudan oluşuyorsa, suyun kendisi neden oluşuyordu?”.
İlginç felsefi kurgulamalarla borçlu olunan kişiler arasında; Herakleitos (yaklaşık İÖ.540-480), temel yapı maddesinin Ateş olduğunu söylemiştir.
Parmanides (doğumu İÖ.515), arı akla varmanın önemli olduğu, nitelikleri hep aynı kalan geometrik cisim, küre temeldir, yani yerdir diye tezini ortaya koymuştur.
Leukippos (İÖ.5.yüzyıl)(atomculardan), her küçük parça parçalanamayan anlamında “atom” dur, diyerek, atom kuramında dönüşümün hem duraylılığı hem de değişimi içerdiği tezini getirmiştir.
Demokritos (İÖ.460), Epikuros (İÖ.341-270) gibi düşünürler de yerin yapıtaşları üstüne tez sunan düşünürleri izlemişlerdir.
Ovidius (İÖ.43-İS.17), Yunan mitolojisini “Metamorfozlar” adlı eseriyle latinceye aktarmıştır.
Robert Hooke, 17. yüzyılda bu eserdeki anlatımları gerçek yerbilimleri öyküleri temelinde değerlendirdi (Etna’nın Typhon adlı devin kafasının üzerinde oturması ve ağzından ateş ve kül püskürtmesi hareket ederek sarsıntılar yaratması gibi).
Metamorfozların son kitabında Ovidius, Pythagoras’ın daha gerçekçi düşüncelerinden söz eder. Pytagoras, sonsuza dek akışa inanır; toprak önce suya, sonra havaya, ardından da ateşe dönüşmüştür. Sonra da bütün bu süreç tersine dönerek ateşten yerküre oluşmuştur.
Tarihçi Herodot (İÖ.484-İS.425), eğer Nil nehri bir biçimde Kızıldeniz’e bağlanabilirse, Kızıldeniz’in tortulanarak bir biçimde dolması ve bunun da 20.000 yıl alabileceğinden söz etmiştir. Bu düşünceyle Herodot’un Nil nehrinin Akdeniz’e döküldüğü yerde bir birikinti ovası oluşturduğu sonucuna vardığı söylenebilir.
Platon’un Tartarus (yerküre üzerinde yer alan çukurluklardan birini dolduran büyük su kütlesi) dan ırmaklarla boşalan suların değişik yerlerde göl ve denizleri oluşturduğunu düşünmüştür.Tartarus düşüncesi, Aristoteles’in (İÖ. 384-322) hava küre ve onunla ilgili olguları incelediği “Meteorologica” adlı eserde hesaba katılmamıştı. Aristoteles, “süreçler insan yaşamında olduğu gibi oldukça yavaş ilerlerler, bu nedenle yerküre değişik dönemlerde bazen daha yaş bazen de daha kuru olabilmiştir” düşüncesini o zamanın gündemine getirmiştir. Zamanın sonsuzluğuna inanıldığı için yeryüzü şekilleri ve iklimlerdeki değişiklikler için zamanın yetmezliği sorun teşkil etmiyordu.
Meteorologica’nın yerküre tarihi içinde önemli bir yer tutması; mineral içerikli değişik maddeleri kuru (dumanlı) yada ıslak (buharlı) tütme ile oluşumuna göre ayırması düşüncesine dayanmaktaydı. Bu ayrımlamada, kuru tütme sonucu ayrılanlar, kırmızı zırnık (AsS), kahverengi yada sarı demir oksit (boya yapımında kullanılan) (Fe2O3), kırmızı boya olarak kullanılan topraksı demir oksit, kükürt ve benzeri diğer maddeler ifade edilmiştir. Metaller ise, buharlı ve gazlı püskürme ile oluşmuş olarak kabul edilmekteydi.
Coğrafyacı Strabon (İÖ.63-İS.21), ünlü yapıtı “Coğrafya” da; Akdeniz bölgesindeki gözlemlerinden söz etmekteydi, Hindistan ve Çin’den anlattıkları belirgin değildi, maden taş ocağı işletmeciliği ile metal ve değerli taşlar üzerine düşüncelerini söyledi. Denizden uzakta deniz kabuklarına rastladığını belirtmesi tusunamilere işaret etmiş olabilirdi.
Romalı Stoa’cı düşünür Senaca, “evrenin madde içeriği birçok süreçten geçmiş olmalıydı, uzun süren gerilme süreçlerinden geçtikten sonra topraktan suya, havaya ve ateşe dönüşüm olmuş olmalıydı” demiştir. Seneca’nın “Questiones naturel” yapıtında, bu gerilim evreleri nedeniyle okyanuslar bazı dönem sığlaşarak kurumuşlardı.
Saat tasarımı ile evren tasarımının benzeştirilmesi düşüncesiyle Çiçero, yeni bir yaklaşımı ortaya attı. Lucretius, doğa güçleriyle ilişkilendirerek Sicilya adasındaki Etna yanardağı püskürmesinin sarsıntılarını açıklamaya çalıştı. İlk çağ döneminden elimize ulaşan tek dikkate değer betimleme, Vezüv Yanardağı’nın İS.79 yılında püskürmesidir. Romalı yazar Gaius Plinius Secundus (İS.23-79) bu püskürmede can vermiştir.

Büyük Plinius, İS.77’de tamamladığı “Natural History” adlı kitabında ki, bu kitap 37 eserden oluşmaktadır, son 5 kitap minerallerin dünyasına ayrılmıştır; bazı önemli başlıklar altında Roma’da madencilik uygulamaları, çimento, alçıtaşı, camın üretim süreçleri ve yapı taşlarının hazırlanışına ilişkin olanlar sayılabilir. Bunun yanında birçok mineral ve değerli taşların anlatımları ile bunların büyü güçleri verilmeye çalışılmıştır. Günümüzde kullandığımız “Doğa Tarihi” terimi kullanımı Plinius’dan gelmektedir.

Thomas Kuhn (1963) göre, Plinius’un yapıtını benzetmelik – öncesi (paradigma – öncesi) bilimin örneği olarak çok çeşitlilik gösteren uyumsuz ve sindirilmemiş bilgiler batağı olarak nitelendirmiş, diğer bir deyişle bilgilerin bir kurama, herhangi bir yol gösterici ilkeye başvurmadan toplanmıştır. Plinius’un eleştirel olmayan gözlemciliği ve bilimsel araştırma niteliğinde olmaması, tam anlamıyla felsefi düşünceye sahip olmadığı nedeniyledir.
Yerkürenin yaşı üzerine düşüncelere gelindiğinde; eski Yunanlılarda bilinemez bir yaş düşüncesi egemen görülmekteydi. Bu düşünürler arasında yer alan Aristoteles’e göre Yerküre durağan ve iç içe geçmiş bir dizi kristal kürelerden oluşmaktaydı. Güneş, Ay ve gezegenleri bu iç içe geçen küreler tutmaktaydı. Erastothenes’in hesaplama yöntemlerine göre yerkürenin büyüklüğü konusunda yaptığı hesaplamalar ile yaklaşık 39250 km’lik bir değere ulaşılmış olup, günümüzde hesaplanmış değerden % 2 kadar azdır. Erastothenes, Akdeniz’i çevreleyen iç bölgelerde bulmuş olduğu deniz kabuklarının varlığını açıklamak için denizin bir zamanlar düzey olarak Atlantik yada Karadeniz’den daha yüksekte ve kocaman bir iç göl olarak kabul edilebileceğini söylemiştir.Bu fikri Strabon, bu durumun denizin hızlı alçalıp yükselmesi ile açıklamıştır.
Özellikle hiristiyanlık öğretilerinde Roma imparatorluğu döneminde bu düşünceler yer almadı ve dünya dümdüz bir tabak biçiminde düşünüldü (Tevrat’ta olduğu gibi). Zaman kavramına ilişkin olarak Theophilus (İS.115-81),Adem ile Havva’nın yaşadıkları tarihi tanımlamaya çalıştı. Bu tarih İÖ.5529 olarak belirlendi. Ancak Petrus’un anlattığı 3.bölüm 8. ayette; “Rab’bin gözünde bir gün bir yıl, bin yıl bir gün gibidir” kaydı vardır. Aziz Augustine yerküre tarihi için 6000 yıllık bir çizelge öngörmüştür. Aziz Thomas Aquinus (1225-74)’un çabalarıyla çevrimsel zaman görüşü ve dünyanın büyük yaşı konusu üzerine düşünceler oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak hiristiyan düşünürler doğa ile ilgili bilgilere katkı sağlamamışlardır.
Çin’de bilimin Batı’da İS.1500’lü yıllardan çok öncelerine inen gelişmişlik düzeyi; coğrafyada akılcı yaklaşımla yeryüzünün haritalanma tekniği, İS.100’e doğru, coğrafi özelliklerin yerlerinin belirlenmelerinde dik açı ile kesişen ızgaralama sisteminin ortaya konulması, ilk kabartma haritaların yapılması, hava durumlarının belirlenmesi ve gel-git olayları, nem ölçümlerinin yapılabilmesi, gökyüzünün haritalanması ile açıklanabilir. Fosillerin canlı varlık artıkları olduğunu ilk anlayanlarda Çinliler olmuştur, Bitki fosilleri ile birlikte fosilleşmiş çam ağaçlarının bulguları İS. 3.yüzyıla inebilmekteydi. Fosiller ile ilgili bilgi birikimi Batı’da Rönesans sonrasına kadar unutulmuştur.
Bütün uygarlıklarda taşlar, maden filizleri ve madenlere gösterilen ilgi, Çin’de de önemli olmuştur. Çinliler madenleri yerkabuğunda meydana gelen yavaş değişimler sonucunda yerden kaynaklanan buharlardan meydana geldiğini, Aristoteles’in de bu düşünceyi aynı zamanlarda paylaştıkları tarihi kayıtlarla uyuşmaktadır. Ancak bu düşüncenin kaynağı olarak olasılıkla Mezopotamya’ya dayanılmaktadır. Çin’de madenler; sertliklerine, renklerine, görünüşlerine ve tatlarına göre sınıflandırılmışlardır ve de kayalardan farklı olarak değerlendirilmişlerdir. Bunun gibi yunan Teofrastos’un da benzer çalışmaları bilinmektedir.
Çin’in büyük deprem bölgelerinden olduğu İÖ 780 ve İS 1303’te (800.000 kişi) meydana gelen 12 şiddetli depremlerde çok sayıda insanın ölmüş olmasıyla öğrenilmektedir. Tarihi kayıtlardan ilkel sismograf olarak kabul edilen “deprem fırıldağı” denilen bir sarsıntı ölçme aleti kullanıldığı bilinmektedir. Çin’deki kayıtlardan öğrenilen yerkürenin yapısı ve oluştuğu maddelere ilişkin bilgiler, Çin biliminde üretilen birçok düşünce ve yöntem daha sonraları geliştirilmiş olup, bunlardan en çok Batı, farklı biçimlerde yararlanmıştır, ancak evreni kutsal kabul eden Çin’liler hiçbir zaman için Batı’nın doğaya yaklaşımlarında olduğu gibi yıkıcı olmamışlardır.
Antik yunan düşünce mirasını benimseyen Arap düşünürlerin katkılarına gelince;
İbni Sina (980-1037) ve İbni Rüşt, Aristoteles’in yazdıkları üzerine yorumlamalar yaptılar. İbni Sina’nın, mineral maddelerinin sınıflandırılması, dağların oluşum nedenleri konusunda yazdıklarında; yerkürede bazı su kaynaklarının nesneleri taşa dönüştürme özelliği bulunduğunu ve yerkürenin bir emdirme ve taşlaştırma özelliğinin bulunduğunu ifade etmiştir. Ona göre vadiler, suların nesneleri aşındırması sonucunda açılmıştır ve dağlar deniz çekilmesinin ardından açıkta kalan deniz tabanında yapışkan kilin taşlaşmasından oluşmuştur (deniz kabukları olarak deniz hayvanlarının fosillerinin bulunması). İbni Sina, aynı zamanda, dağların oluşum ve ayrışma süreçlerinde bir döngünün olabileceği fikrinin ilk habercisidir.
Ristoro d’Arezzo (1862); yıldızların yeryüzü üzerindeki sular üzerinde etkisinin olduğunu, yıldızlar tıpkı mıknatısın demiri çektiği gibi suları çekince karalar açıkta kaldığını söylemiştir. İbni Sina bu duruma yer sarsıntıları ile karaların denizlerle olan düzenlenmesine denizlerin yerlerini değiştirmeleri olarak açıklık getirmeye çalışacaktı, ama yine de depremlerin nedenleri açıklanamayacaktı. Ristoro ise bu durum için daha çok yeraltında meydana gelen rüzgarların etken olabileceğini söylüyordu.
İslamiyet’in yaygın olduğu bölgelerde coğrafya ve haritacılık gelişmiş düzeyde yapılmaktaydı. Klimatalara bölünmüş kabartı haritaları kullanılmıştır. İslam uygarlığında mineraller ve kimyalarıyla ilişkin gelişen simyacılık oldukça önemli bir yer tutmuştur. Bütün simyagerler içinde en önemlisi, çalışmaları sekizinci yüzyıl sonundan dokuzuncu yüzyıl başına kadar uzanan Cabir Bin Hayyan’dır. Bir taraftan mikrokozmos-makrokozmos kavramı, diğer taraftan da dünyevi kuvvetler ile kozmik kuvvetler arasındaki karşılıklı etkilenme bulunduğu inancı üzerine kurulu bir doğa felsefesine sahiptir. Mineraller aleminin onun kurduğu nesneler şemasında önemli bir yeri vardır. Bu şema değersiz metallerin altına dönüştürülmesi gibi olayları içine almakla beraber, doğadaki çok çeşitli maddeleri sınıflandırma amacı taşımaktadır.
Jean Buridan (1328)(Paris Üniversitesi Rektörü), Aristoteles’in “Meteorologica” adlı yapıtı üzerine düşüncelerini aktardığı “Meteorlar ile ilgili sırlar” yazısında; denizler ve karalar arasındaki değişim ve dönüşümleri ifade edeceği ve (daha sonra 1991’de Gohau’nun derlediği modelinde açıklayacağı üzere) yerkürenin içi türdeş olmadığı için ağırlık merkezi ile geometrik merkezin çakışmasının gerekmeyeceğini, ama evrenin merkezi ile ağırlık merkezinin çakışmasının gerekli olduğu düşüncesindeydi. Ona göre iki yerküre tanımlanıyordu, okyanusların oluşturduğu küre ve yerküre olmalıydı, yerküre ise su kürenin içine batmış durumdaydı.
Denizin çok uzağında kayalara gömülü yada ayrışmış olan bulunan deniz kabuğu fosilleri, akılları en çok karıştıran bir olguydu. Leonardo da Vinci (1452-1519) bunlarla ilgili olarak, deniz düzeyinin bir zamanlar kavkı yatağı düzeyinde olduğunu düşünmüştür, nehir yatakları zaman içinde alçalırken bu yaratıklar da çamur içine gömülüp kalmışlar ve deniz çekilirken çamur içinde sıkışarak ve yer yer de parçalanarak dizilimlerini yitirmişlerdir görüşünü getirmiştir. Leonardo, aşınma ile hafifleyen yanın yükseleceğini ve zamanla bu tabakaların sıradağları oluşturacağını düşünmüştür.
Buridan’ın yazdıklarından Leonardo’dan haberi olacak biçimde diğer bir alıntıda; “ Yerkürenin canlı olduğunu söyleyebiliriz. Toprak onun etidir; üst üste gelmiş kaya tabakaları kemikleri; kasları süngertaşındandır; kaynaklarda kaynayan sular kanıdır. Yüreğinin çevresini saran kan gölü okyanustur. Denizin gelgitleri gibi nabzın her atışında azalıp çoğalan kan yoluyla soluk alıp verir. Ve dünya, ruhunun sıcaklığını yerkürenin her yanına yayılmış ateşten alır, ve yaratıcı tözünün barınağı ateşlerdir” anlatımı yer almaktadır. Dünyanın değişik yerlerindeki sıcak su kaynaklarında ve Sicilya’daki Etna gibi yanardağlarda ve daha birçok yerde dışa vuran bu ateştir. Bu yaklaşımla denilebilir ki, yerküre bir tür organizmadır, aynı zamanda yaşayan bir organizmadır.
Ulysse Aldrovandi’nin (1522-1605), ölümünden sonra yayınlanan toplu yazılarında (1648), mineraller; eş anlamlıları, tanımı, kökeni, doğasından gelen özellik ve nitelikleri, çeşitleri, nerede ve hangi koşullarda bulunduğu, kullanım alanları, tarihteki yeri, doğada barışık oldukları ve ters düştükleri, davranış biçimleri, gizleri, mucizelerdeki rolleri, atasözlerindeki yerleri, simgeleri ve meydana getirdikleri taşlar ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır, ayrıca çizmiş olduğu çok sayıda fosil resmi de bulunmaktadır.
Kimyanın öncüsü sayılabilecek çalışmalarda ve ilk çağın Aristoteles’çi, Platon’cu ve Stoa’cı düşüncelerinde yerküre ve mineraller üstüne ortak görüş (Rönesans’taki düşünülenler de aynı), yerkürenin bir anlamda canlı olarak kabul edilmesiydi. Mineraller yerkürenin rahminde gelişmiş gibiydiler, madenci yerkürenin karnının derinliklerine inebilmekteydi. Albertus Magnus (1193-1280) (Almanya’lı papaz), hayvanların üremesi ve sindirimini minerallerin de oluşumundaki etkin nitelikler olan sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluk gibi özellikler ile özdeşleştirerek, minerallerin oluştukları yerdeki özellikler ile bu özellikleri karşılaştırmak gerekliliğinden söz etmiştir.
Agricola takma adlı Alman bilgin ve maden mühendisi Georg Bauer (1494-1555)(de re Metallica adlı eseriyle ünlü), Saksonya maden ocaklarında çalışan madencilerin görkemli baskı resimleriyle baca açma, su atma ve yer altı taşımacılığı tekniklerini bir kitap altında toplamıştır.
Aristoteles’çi doğa düşünürleri açısından yerküredeki maddelerin sınıflandırılması çabaları sonucunda; tütenler, akanlar ve fosiller (toprak türleri ve taşlar) ile birlikte 81 çeşit toprak ayrımlanmıştır. Metallerin sıvı ve katı olabildikleri ortaya konulabilmiştir. Bu maddelerin belirli nitelik katıcı özellikleri yada ilkeleri olmaları bakımından yukarıdaki saptamalar, mantıksal olmaktan çok kimyasal olmaları yönüyle değerlendirilmişlerdir
Alman Johann Johachim Becker (1635-1682), Paracelsus’un düşüncesindeki madencilerin kabullerine göre kükürt erkek ve civa dişi oluşuyla toprağa bir doğurma süreci için yataklık yapmaktaydı. Gökler hava ile, hava su ile su da toprak ile tepkimeye girince, kolay kavranamayan ve elle tutulurluğu zor bir değişime gidiliyordu.
Becker’e göre üretim şöyle olmalıydı;
1. Toprak + Su à yıldızlar, hayvanlar, bitkiler ve bazı mineraller,
2. Su + Su à kar, kırağı, dolu, buz vb.,
3. Toprak + Toprak à toprak türleri, taşlar ve metaller oluşmuş olmalıydı.
Ayrıca üç olası toprak türü vardı; cam haline girebilen (taşların anası(kuvars (SiO2) gibi), yağlı (metallerin anası) ve civamsı olanlar (yeryuvarın merkezinin ve suların içinde bulunan maddeler)(Becher’in Tuz, Kükürt ve Civa üçlüsü). Toprak ve sudan döllenme teorisi, yukarıdaki anlatımların özüydü.
Bu tanımlamalarıyla Becher, Lyell ve Werner’e ilham vermiştir. Rönesans ile birlikte pozitif bilimin gelişim süreçlerinde çağın düşünürlerine öncülük eden Becher’in, ham ve kanıtlanmamış teorileri, çıkış noktasında düşünsel ve uygulamalı bir birikim oluşturmuşlardır.
Owen Barfield’in kaleminden aktarılanlar da Evrende yaşıyor olmanın Ortaçağ ve Rönesans’ta yaşayanlara nasıl bir duygu verdiğine ilişkin şunlar yazılıydı (ft).
Yerküre üzerine antik Yunan ve Ortaçağ düşünürlerince söylenenler ve doğayı algılama süreçlerinde dikkati çeken en önemli çıkarsama; kafalardaki düşünmenin, dünya olaylarının cansız doğaya göre oluşturulmuş bir modelini geliştirmesiydi. Bu modele göre düşünme, tanrılarca saptanan ereklerin değil, doğa yasalarının ürünü nedenlerin araştırılması noktasına varacaktı. Daha ileri bir noktada, doğayla yada toplumla ilgili olup bitenler, niçinler ve nedenlerle açıklama yolunda bir düşünce geleneği oluşacaktı. Gelinen bu noktada, doğrudan dine karşı çıkılmadan aristokratların dünya görüşlerini ve egemenliklerini dayandırdıkları baskıcı inançlarının temeli oynayarak sarsılacaktı. Olayların nedenler ve niçinlerinin araştırıldığı bir düşünce biçimi artık dinsel değil bilimsel düşüncenin başlangıcı sayılabilirdi.
Gelişim süreçleri izlendiğinde, sihirsel düşünce ve dinsel düşünce sistemlerinden sıçrayarak Batı’da Rönesans ve Reformla ve de Sanayi Devrimiyle bir bakıma Bilimsel Devrimin temelini ve felsefesini oluşturan Bilimsel Düşünce Sisteminin işleyişine ilişki akım şeması aşağıdaki gibi özetlenebilir.

Çağcıl “Bilimsel Devrim” ile (17.yüzyıl) Avrupalıların düşüncelerinde büyük köklü değişimler oldu ki; bunlar Galileo, Bacon, Harvey, Descartes, Boyle, Newton ve vb. sayesinde gerçekleşmiştir. Bilimsel Devrim sürecinde, deney ve matematiğe dayalı argümanların gelişimi, bilgi üretimi için akademilerin kuruluşlarının yasallaşması, mekanik modellemeler ortaya konulmuştur. Bu üretim içinde Alman kimyacılarının büyük rolü olmuştur.
Mekanik madde kuramının gelişerek algılanması sonucunda, yerkürenin daha iyi algılanması maddelerin yapı taşlarının ortaya konulmasıyla kolaylaşmıştır. Mekanik felsefenin öncüsü Descartes, evrenin doğuşunun kuramındaki evrendeki madde devinimini başlatanın Tanrı olduğunu söyleyerek, hava, ateş ve toprağa karşılık gelen bir madde yapıtaşlarının sınıflanmasını aşağıdaki biçimde yapmıştır.
I- Ateş parçacıkları bölgesi(merkez), M- yoğun ışık geçirimsiz bölgeC- düzensiz zerreciklerden oluşan bölge, D- su yuvarlarından oluşan sıvı katman, E- katı katman A-B-hava küre.

Din ve Bilim örtüştürmesi biçiminde Reform sonrası oluşturulan kaynaştırma çabaları içinde Hiristiyanlık öğretisinde Protestan ayrışımında Teoloji (Dinbilim)’de insan düşüncesinde yapılmak istenen yönlendirmeler içinde, kutsal kitaplar anlatımında temellenen kalkışla İrlanda’lı başpiskopos James Usher tarafından bir yaklaşımda bulunularak,Yerkürenin doğum tarihi tamı tamamına 23 Ekim 4004 olarak belirlenmiştir. Kutsal kitaptaki alıntı aynen şöyledir;
“Başlangıçta tanrı cennet ve dünyayı yarattı. Eski Antlaşma, 1.kitapçık, 1.bölüm. Zamanın böylece başlaması bizim kronolojimize göre, Jülyen(Roma) takviminin 710 (:İÖ.4004) yılının Ekim ayının 23. gününden önceki akşama rastladı.
Kelamın ilk gününde, ya da 23 Ekim’de (günlerden pazardı), Tanrı Cennetlerin en yücesiyle birlikte Melekleri yarattı. Binanın çatısını tamamladıktan sonra, dünyanın bu eşsiz yapısının temeline el attı; Derinliklerden ve Yeryüzünden oluşan en alttaki yuvarlağa biçim verirken Melekler Korosu şarkılar söylüyor ve böylece onun adını ululuyorlardı. (…) Ve yeryüzü boşken ve biçimsizken, derinliklerin yüzeyi karanlıkla kaplıyken, birinci günün tam ortasında ışık yaratıldı; Tanrı karanlıktan ayırmak için birine gündüz dedi, öbürüne gece’’.

Nuh Tufanı olayı ile yaradılışın izahının yapılabilmesi Ortaçağ ve Rönesans dönemindeki gelişmelere rağmen geçerliliğini koruması; Edward Lhwyd (1660-1709)’in deniz kabuklarının kökeninde kısmen Tufan sularıyla taşınarak yerkürenin boşluklarına ve yarıklarına yerleşen balık yumurtaları olduğu düşüncesi ile farklı bir yön kazanmıştır. İngiliz fiziko teoloji okulundan doyumsuz fosil koleksiyoncusu John Woodward (1665-1728), fosillere daha önce yaşamış canlıların kalıntıları olarak bakmış, ancak bunların kayaların içine nasıl girdiklerine dair bir çözüm getirememiştir.

SONUÇLAR

*Özetle irdelemeye çalıştığımız, eski çağlardan Rönesans’a insan düşüncesinde Yerküre’nin algılanması; düşünce sistemimizin gelişimi, zamansal bilgi piramitlerimizin oluşumu ve bilginin yaşam dinamikleri üzerine git gide artan etkisiyle günümüzde birçok bilinmeyene açıklık getirilmiş olarak çok farklı bir düzeye gelmiştir..
* Yakın zamandan bir değerlendirme ile Darwin’in doğal seçilim sürecinden geçerek hayvan türeme yada “büyük patlama” kuramıyla oluşumumuza bir açıklamanın doğruluğunun yanı sıra; öğretim sistemimizde canlı tutulan ve bir kuşaktan diğerine aktarım ile yaşatılan; geleneksel kültürün bir yansıması olan kanıt istenmeden kabullenme, günümüzde de popüler olan ve seçmiş olduğumuz “bilge kişiler” ne derse ona göre hareket etmek anlayışını getirmiştir. Günümüzde insanların pek çoğu, kararlarını dinsel inançlarının doğrultusunda vermek konusunda daha çok eğilimlidirler. Bu duruma göre, söylencelerin her tarafımızı sarmış olduğunu söylenebilir. Paul Feyerebend (1970)’de klasik deneycilikte de bir takım kanıttan yoksun hayal ürünü yanların olduğunu ileri sürmüştür. Söylencelerle tarih boyu yaşamış ve yetişmiş olmamız çoğunluğumuzda klişeleşmiş bir durum yaratmıştır.
*İnsanlar ancak okuyarak, öğrenerek, algılayarak yargıya varabilme durumuna geldiklerinde; içlerinden çıkardıkları bilim adamları ve düşünürlerin toplumu geliştirmeleriyle; tartışan ve sorgulayan bireyler olarak oluşturdukları kanıtlarla söylencelere kulak asmayacak konuma ulaşmışlar ve bu konumlarını günümüzde de korumaya çalışmaktadırlar.
*Bununla beraber yerbilim haritaları, alınan kesitler, oluşturulan görsel malzemeler (çok miktarda bilginin birikimi); maden, metal, kömür ve kireçtaşı için üretilen haritalar; 19. yüzyılda değişik bir bakış ve haritalara daha farklı bir yaklaşım ile bilginin daha da geliştirilmesi; insan buluşu birikimler ve daha sonraları bu birikimlerin kesiştiği noktada kıyasıya savaşlar ve askeri mücadeleler içinde, harita ve kesitlerde çoğu zaman yerküre üzerine düşünceler ve yorumlar da yer almıştır. Yerbilimleri ile ilgili anlatımlarda “görsel dil” oldukça önemli olmuştur.
*Bilimsel yaratıcılığın temelinde; bir yığın deneysel ve kuramsal çalışma yatmaktadır. Oluşturulan temel, okus pokus yada şapkadan tavşan çıkarma işi değildir. Gündönümlerinin her yıl biraz daha erken gelmesi olayı, pek çok tufan söylencesinden söz etmeye, bir bakıma kutsal kitaplardaki yazılanların öznel bir yoruma dayandığının ifade edilmesine neden olmuştur.
*İlk çağlardan bu yana insanlar; depremler, volkanik patlamalar gibi büyük güçlere sahip olguların farkında olmalarına karşın, 20. yüzyıla kadar bu olguları tanrıların müdahalesi olarak algılamışlardır.

*Kimya, fizik ve biyoloji gibi diğer pozitif bilimlerin gelişim süreçlerindeki deneysel dinamiklerden farklı olarak jeoloji, uzun bir süre için gelişimini yanlızca gözlemlere dayandırmıştır. Bundan dolayı jeolojinin gelişim perspektifi, günün dinsel ve felsefi eğilimlerinin etkisindeki yorumlanma tarzlarından oldukça etkilenmiştir.
*Bilim tarihinde sıkça rastlanılan olgu, üretim ihtiyaçlarıyla bağlantılı teknolojik ilerlemelerin, düşüncelerin gelişimi için gerekli etkinliği sağlamasıdır. Yer bilimlerinde mühendislik uygulamalarıyla doğa ile insan topluluklarının ilişkileri temelinde önemli örnekler olarak, büyük şirketlerin petrol araştırmaları; deniz yatağı jeolojisinin araştırılması, sismik profil çıkarma ve derin deniz sondajı alanlarında etkin yeni yöntemlerin geliştirilmesi ve fosillerle yaş tayini yönteminin daha etkin kullanılması gösterilebilir.
*Doğa bilimleri, gelişim dinamiklerini sürdürebilmek için bilgi edinimi ve işlenimi konusunda, evrendeki her olayın kendisini belirleyen bir nedeninin bulunduğu savındaki bilimsel determinist bir yaklaşımla hareket etmek durumunda olmuştur. Bu yaklaşım temel alınarak Jeoloji biliminin modern köklerinin, Engels’in tarihsel perspektifini geliştirdiği diyalektik düşünce ve bilimsel determinist bir anlayışın kavranmasıyla atılmış olduğu söylenebilir..


İnsan Düşüncesinde Yerküre (Eski Çağlardan Rönesansa)-4

Dinsel Düşünce Biçimi

Bu dönemde; kafa gücü-kas gücü işbölümü, düşünce üretiminin dinci kesimin tekeline geçeceği noktaya ulaşmıştır. Aynı zamanda kamu yöneticisi durumunda olan hiyerarşik olarak dinsel düşünceye sahip üst düzeydeki kişiler, tüm ustalıklarını eşitlikten uzak, ekonomik, toplumsal, siyasal düzeni destekleyen bir dinsel ideoloji üretmeye çaba göstermişlerdir. Bu ideoloji ile sınıflı uygar toplumun bölünmüş ve de devletin kaba bir güç ile bir arada tutmaya çalıştığı toplum, bir birlik yada kimlik düşüncesi yaratılarak “gönüllülük” temelinde yönlendirilme noktasına getirilmiştir. Pratik bilgi ile kuramsal bilginin birleştirilmesi, sayı ve yazı sistemlerinin kurulması (çivi, resim yazıları, abaküsler, sayı tabletleri, vb), hece yazıları ve Abece’nin yayılışı bu dönemde gelişerek evrilen konulardır.

Mezopotamya – Batı Toplumlarında Yazının Evrimi

Sümerlerde ve Eski Mısırlılarda Cilalı Taş Devri kültürünün tamamen yerleştiği MÖ.4000-3000 li yıllar ve sonrası maden devirlerinde, özellikle gereksinimlerden doğan ve doğayı anlamaya çalışan ilk işaretler olarak, Firavunlar ve Sülaleler yönetimi içinde etkin yeri olan aynı zamanda başta astronomi, matematik, inşaat, vb. faaliyetlerde öncülük eden Rahipler sınıfının ilksel bilimsel etkinlikleri, bir yandan da din işlerini takipleri ve yeri geldiğinde de insan yaşamının dayattığı alet ve basit makineleri yapma becerileri dikkate değerdir. Evrenin fiziksel yapısı konusunda Greenfield papirusunda yer alan evren tasvirinde resmedilen anlatımlarla evren ve atfedilen yer mitosunda, Gökyüzü dar ve uzun bir ülke durumundaki Mısır’ın üstünde dar ve uzun bir kutu olarak hayal edilmiştir. Rahip-astronomların evreni daha çok öbür dünyaya yönelik açıklamaları, din temelli kozmogoniye eğilimli olmuştur. Eski Mısır kayıtlarında Evrenin başlangıcına ait daha fiziksel bir açıklama, ilk canlı varlıkları taşıyan tepenin başlangıçtaki tufanın içinde yükselmekte olduğu biçiminde, Mısır’ın bir bakıma her şeyi olan Nil’in taşma zamanına dayandırılarak ifade edilmiştir. Papirus kayıtlarından anlaşıldığı üzere, Eski Mısır’da birçok sanatkar ve zanaatkar ustanın yaptıkları işlerden, madencilik ve metalürji ile uğraşanların yer katmanları ve maden filizleri damarlarının farkında oldukları söylenebilir. Çivi yazılarını kil tabletler üzerine yazan Sümerler, kili iyice tanıyıp bilmekteydiler ve bunların kalıplar halinde dökülerek tablet haline getirilmeleri ayrı teknik işlemleri gerektirmekteydi.
Sümerlerde haritacılık; mesafelerin daha çok yolculuk için harcanan zamana göre belirlenmesi, ayrıca ülkenin ve yakın çevresinin resmedilmiş olması, bir yandan da kozmolojik anlamlarının olması yönleriyle oldukça gelişmiş durumdaydı. Haritalarda okyanuslarla çevrili yassılmış yer anlayışını sergilenmiş ve böylece insanın gök kubbe altındaki yeri de tanımlanmıştır.Yer bir çeşit ters dönmüş kayık şeklinde düşünülmüş, üzerinde büyük kubbe ile gökyüzü yer almıştır. Güneşin gündüzleri gökyüzünde dolaştığı, geceleri ise Yer’in alt kısmına geçtiği kabulü geçerliydi. Ay’da benzer hareketleri yapardı. Gök kubbenin mavi cevherden yapıldığı içinde kendine özgü mavi bir renginin olduğu düşünülüyordu.

Mezopotamya kent devletlerinde, Sümerler’de İÖ.4000 yıllarında tapınak odaklı olan ve tapınaklara aktarılan haraçlara dayalı işleyen bir dönem ile İÖ.3000 yıllarında “tapınak ve aile ekonomileri dönemi (büyük aile işletmeleri) önemli olmuştur. Sümerlerden Samilere geçen egemenlikle de, yönetimde dincilerden savaşçılara geçiş süreçleri yaşanmıştır.

Üretime geçişle birlikte, avcı ve toplayıcı asalak biçimindeki yaşamdan, uygar topluluğun “tarıma dayanan üretici yaşayış biçimi” olan ilk evresine geçilmesi, sihirsel düşünce biçiminden “dinsel düşünüş biçimi” ne değişimi sağlamıştır. Dinsel düşüncenin başlangıç evresinde “Toprak Ana” dan “Ana Tanrıça” ya değişim, tanrıların efendilere benzetilmesi, tanrıların yöneticilere benzetilmesi, tanrılara ölümsüzlük yakıştırması, tanrı adının konması, yazgı kavramı ile dinsel düşünce sisteminin gelişimi izlenmiştir.
Mitoslarda (Söylencelerde) Yansıtılan Dinsel İdeoloji
Bu mitosların başlıcaları; İÖ.2000 yılda Enuma Eliş Yaradılış Destanı, Gılgamış Destanı (İÖ.4000) Tufan Mitosu, Cennet Mitosu olarak verilebilir.
Yaradılış Söylencesi, günümüze ulaşmış söylenceler içinde toplumda en inandırıcı olarak algılanan söylence olmuştur. Söylencelerde akla gelen ilk soru, insan soyu nereden gelmiş olabileceği olmuştur. Varoluş nedenimize ve varolma biçimimize bir açıklama aranmıştır.
Kuzey Tayland köylüleriyle yapılan söyleşide, Dünya’nın koca bir su kabağından çıktığını söylemeleri ilginçtir. Çünkü “Su kabağı” o bölgenin ekonomisinde oldukça önemlidir. Bali’de bir kişinin yanıtı; “yerküre, Tanrı’nın tasarlaması sonucunda oluşmuştur” olmuştur. En eski yaratılış söylencesi “Enuma Elish” Babil’den kalma kil tablet üzerine kayıtlıdır. Ninova’da Asurbanipal kitaplığı yıkıntıları arasında bulunmuştur. Söylence; Babil’in muhteşem tanrısı Marduk ile ilgilidir. Marduk, ilk denizleri simgeleyen Tiamut ile büyük bir egemenlik savaşına girişir. Tiamut’u alt eder ve ondan göğü kaplar, yıldızları, Güneş, Dünya ve Ay’ı oluşturur.Tiamut’un bedeninin bir kısmından Yerküreyi oluşturur. Fırat ve Dicle bölgesinin de yüzeyini biçimlendirir.
Kutsal kitaplarda yaradılış söylenceleri olarak; Eski Ahid’de (Tevrat ve Zebur) birinci kitapta, yaratılış altı günde olmuştur. İkinci kitapta ise Adem ile Havva’nın Cennet öyküsü verilir. Tevrat’ta Güneş ve Ay’ın, Yer’in yaratılışından sonra olduğu anlatılmaktadır.Canlı varlıklardan kara hayvanları, kuşlar yaratıldıktan sonra vücut bulduklarından söz edilmektedir. Tanrı, altı günde yaratılışı tamamlamış ve yedinci günde işsiz kalmıştır.
İnsanlık tarihinde yüce amaçlara doğru kendisine hız vermiş bilge kişiler arasında Hermes, en çok sözü edilenlerdendir. Yahudi gizemciliğinde Enoch ile Kuran-ı Kerim’de İdris peygamber, Bahailer’de Hermesi elvah, Mısır bilgilerinde Toth, eski Yunan’da Hermes Trismegistus adlı kişiler yaygın olarak Hermes’i ifade etmektedirler. Bu kişiler bulundukları toplumu ve buna bağlı olarak gelişen düşünsel ortamı doğrudan etkilemişlerdir. Hermes’e ait yazılar, dinlerin belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan her türlü bilgi, öğreti içerikli (ezoterik) metinlere dayalı bilgilenmelerinde tarihsel değerlendirmelere etkin olabilmiştir.Tarihsel ortak noktada birleşilen konu Hermes ‘in bir Mısırlı olduğudur ve Mısır uygarlığının baş mimarıdır. Mısır uygarlığının kuruluşu büyük Tufan’dan önce başlamış ve Tufan sonrasında bu uygarlık açıkça ortaya çıkmıştır. Hermes’e insanlığın gelişkin mirasını yeşerten insanlığın ruhsal babası vasfı atfedilmiştir. Hermetizm’le de Hermes düşüncesi anlayışının bütünselliği vurgulanmak istenmiştir. Yeni Platonculuk, Rönesans, Reform hareketleri ve İslamdaki mistisizm düşüncesinin temelleri Hermatik metinlere dayanmaktadır. Doğa üstü varlıklarla ilişki kurma anlayışı (kabalist), simya geleneği, hiristiyan agnostizmi, pagan rahiplerinin mistisizmi Hermetik geleneğe bağlıdır. İslam anlatılarında ilk göğe çıkan peygamber İdris kabul edilmektedir.
Göğe çekilmek, göksel olanla bütünleşmek fiziki olarak orada ve yerde varolmak anlamını taşımaktadır. İslamda Hermatik anlayış, Rafizilik, Mutezile ve İsmaililik kendini açıkça sunmuştur. Eski Mısırda her şeyi yaratıcı olan tanrı Atum’dur. Atum, Kozmos’u yani Evren’i, Yıldızları, Güneş’i, Ay’ı ve Yerküreyi ve ondaki değişmeyi yaratan ve yapan odur. Atum, aynı zamanda Zihin (Akıl) demektir. Tek tanrılı din düşüncesinin temeli Hermetik düşünce eksenlidir ve tüm tek tanrılı dinlerde gök ve göktekiler, ilk kafa yorulan, ilgilenilen şeyler olmuştur. Bunun önemli bir göstergesi de Sümerler ve Mısırlılar gibi ilk uygarlıklar da atmosfere verilen önem olmuştur.

Nuh Tufanı

Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da söz edildiği üzere yerkürede önemli değişimlerin olduğu söylence, Nuh’un gemisinin kalıntılarının günümüzde de gündemde yer alması bakımından önemlidir.

Kutsal kitaplardan aktarılan söylencede;

“ İnsanları mahvetmeye karar veren tanrı, Nuh’a üç oğlu ile karısını ve öteki hayvanları alacağı bir gemi inşa et der. Her cins hayvandan erkek ve dişisinden olmak üzere birer çift alacaktır. Tufan’ın nedeni yağmur sularıdır, bazı kaynaklarda ise yağmur ve yerküre sularıdır. Sular dağların yüksekliklerine kadar çıkar, 1 yıl sonra tüm canlılar ölür, sular çekilince Nuh ve ailesi ve hayvanlar Ağrı Dağı’nın (Kuran’da Cudi Dağı) tepesinde gemiden çıkarlar, çoğalarak insanlar ve hayvanlar günümüze kadar gelirler ”
Kutsal kitaplarda yazılanlara göre yapılan hesaplamalar ve değerlendirmelerde; Nuh Adem’den 1056 yıl sonra dünyaya gelmiştir. Tufan, Adem’in yaratılışından 1656 yıl sonra kopmuştur. Yaratılış kitabı, Tufan’ı İbrahim’in doğumundan 292 yıl önce olduğunu vermektedir. İnsanlık, Nuh’un üç oğlu ile eşlerinden tekrar çoğalmıştır. İbrahim 1800-1850 yıl önce yaşamıştır ve bu durumda Nuh Tufan’ı MÖ XXI veya XXII yüzyılda olmuş olmalıdır.
Yerbilimleri açısından Nuh Tufanı mitosu ya da söylencesi; yukarıda sözü edilen dönemlerde oluşabilecek büyük yapısal hareketlere bağlı deniz ilerlemesi, buzul devri sonrası dönemlerdeki iklimsel değişimlere bağlı su kütlelerinin hareketlerine bağlı olarak açıklanabilir mi? Bu konuda ilgili coğrafyadaki Geç Holosen kayıtlarını iyi irdelemek gerekir. Ayrıca Musa’nın asasıyla suları ortadan kaldırıp kendi kavmini Ölü Denizden geçirmesi ve sonra tekrar denizin sularının yerine gelmesi vaka-i söylencesi tektonizma sonucu tsunamileri akla getirmektedir!!
Sonuç olarak Tufan mitosu, dinsel ideolojinin, insanların ölüm karşısındaki korkularından yararlanılarak cezalandırılması korkusu ile denetlenmesi işlevini görmüştür denilebilir. Bununla birlikte dinsel ideolojiyi biçimlendiren düşünce sistemi, insanları korkuttukları kadar cennet mitosunda olduğu gibi umutlarına seslenerek de denetleyebilmektedir.
İnançları bakımından Tufan ve Cennet mitosu ile yoğun bir şekilde ilişkileri olan Musevi Hiristiyanlar, Hiristiyanlıktaki tarihi iç çekişmeler ve mezhep kavgaları sonucunda büyük kiliseden koptukları gibi Batı’da da çok küçük azınlık durumunda kalmışlardır. Doğu’da ise özellikle Filistin’de, Arabistan’da, Doğu Ürdün’de Suriye ve Mezopotamya’da 3.asırdan 4.asra kadar izlerini bırakacaklardır. Bazı izleri İslamiyet mirasçı olarak koruyacaktır, bazı izler de Sami kültürünü yitirmeden Büyük Kilise geleneğine (Habeşistan ve Kalde kiliseleri) yerleşecektir.
İslamiyet ile Kuran-ı Kerim’in ortaya çıkışında Hz.Ebubekir’in Zeyd İbn Sabit’e Kuran’ın bir kitap haline getirilmesi talebi, 634’te Hz.Ömer’in bir nüshayı kendi kızı ve aynı zamanda Hz.Muhammed’in dul eşi Hafsa’ya intikal ettirilmesi ile yorumlamalar için bu kopyaların temel alınarak kaynak olarak kullanılması yoluna gidilmiştir (114 sureden oluşmuştur).
Kuran’da Yerküre ile ilişkilendirilebilecek yönüyle bazı değerlendirmeler aşağıda verilmiştir;
*Sure 32. ayet 5’te, Yerin 6 günde yaratılmasında sözü edilen zaman dilimleri olarak, Arapçadaki Yevm : Gün (gece + gündüz) ile geçen Eyyam : Zaman devresi, Merhalesi ya da Çağlara karşılık gelmektedir. Bu surede yevm, bin yıl; sure 70, ayet 4’te ise 50 000 yıl olarak kaydından söz edilmektedir.
Bazı surelerdeki ayetlerden aktarılanlar;
*Yerin üstüne sabit dağlar yerleştirildi,
*Bir duman göğe doğruldu,
*Yedi gök, kandillerle bezendi,
*Yeryüzünün oluşumu 2 merhalede olmuştur; yıldızların dünyaya dağılımı (4 merhale) ve göklerin yaratılışı (2 merhale),
*Gök ile yerin yaratılışı aynı vakit ve zamanda olmuş olabilir, bu oluşumlar için, 1.Kubbesini yüceltti, 2. Nizama koydu, 3. Gece ve gündüzü yaptı, 4. Yeryüzünü döşedi, 5. Suyu ve otlağı çıkardı, anlatımları vardır.
Sure 41, ayet 11’de; gaz halinde madde olarak kabul edilebilecek duman (arapçası duhan) sözcüğü geçmektedir. Gök yedi kat olarak zikredilmiştir. Ay (nur : ışık), Güneş bir çırağ olarak konulmuştur. Yanan kandil olarak sözü edilen de Güneş’tir. Üç grup yaratıktan söz edilir; göklerde bulunan yaratıklar, yeryüzünde bulunan yaratıklar, yer ile gök arasında bulunan yaratıklar.
Yapılan mütaalarla;
a.Kainatın topluca yaratılışı 6 devirde olmuştur,
b.Göklerin yaratılış aşamaları ile yeryüzününkiler aynı zamana rastlamaktadırlar,
c.Kainat daha sonra parçalara ayrılan bir blok şeklinde ilk ve tek bir kütleden yaratılmıştır,
d.Çok sayıda gök ve yer vardır,
e.Göklerle yer arasında bir ara yer ile göğün var olması söz konusudur düşünceleri oluşturulmuştur.
* Ay bir aydınlık, güneş de sizlere bir meşale olarak asılmıştır (Sure 71, ayet 15-16).
*Yer sabit, güneş onun etrafında dönmektedir. Bu kabul ediş, MÖ.2.yüzyılda Ptoleme’den 16.yüzyıla Kopernik’e kadar geçerliliğini sürdürmüştür.
Gökküre, Arapçada “felek” olarak geçmektedir. “Bilmediğimiz zaman susmalıyız” sözüyle ünlenen 10.yüzyıl ünlü müfessiri Taberi, yer ay arasındaki uzaklığı 384.000 km. olarak belirtmiştir.
Pitagorcular, MÖ.6.yüzyılda yerin kendi ekseni etrafında dönmüş olduğu konusunda görüş belirtmişlerdir. Güneş bir bakıma alemin merkezidir. Evren Güneş etrafında düşünülmüştür.

Sure 36, ayet 38’de ise;
“Güneş te kendisine ait olan sabit bir yere doğru akıp gider. Bu, mutlak galip, Hakkıyla bilen (Allah)’ın bir takdiridir. Bunda akıl sahibi olanlara akıllar mı yok?” denilmektedir.

Kuran’dan aktarılanlarla ilişkili olarak suyun değişimi, MÖ.7. yüzyılda Milet’li Thales tarafından bir kuramda; “kara parçalarının derinliklerinden esen rüzgarın basıncıyla havaya fışkıran okyanus suyu yerlere düşmekte ve toprağın içine nüfuz etmekteydi” şeklinde açıklanmıştır. Aristoteles, yerden yükselen su buharının dağların soğuk çukurluklarında yoğunlaşarak yer altı göllerini meydana getirdiğini, kaynak sularının da bu göllerden beslendiği düşüncesini ortaya atmıştır. Suların daimi devri ile ilgili olarak ta, Bernard Palissy (1580), yer altı sularının yağmur sularının toprağa sızmasıyla oluştuğunu açıklamıştır.

Paleontoloji Defterleri-7


Koruyucu Örtü Durumundaki Ortamlar
1. Oksijensiz ve asitli ortamlar:
Deniz ve göllerde oksijensiz derin bölgeler ve kıyılardaki bataklık alanlar koruyucu birer ortam oluşturur. Çökelimin devamlılık gösterdiği deniz ve göllerde ölmüş canlılara ait kalıntıların çökellere gömülmesi ve örtülmesi sonucunda fosilleşme olayı başlamaktadır. Geçmişte yaşamış olan canlıların bir bataklık ortamında gömülmesi durumunda tüm iskeleti ile fosilleşmesi de mümkün olmaktadır.Buna örnek olarak, Orta Almanya'da Eosen linyitlerinin oluştuğu bataklıklarda çok iyi korumuş kurbağa ve sürüngen fosilleri gösterilebilir (Şekil 1.19).
Şekil 1.19. Almanya, Darmstadt’ta Orta Eosen yaşlı Mesel Grubu’nda tanımlanan Saniva feisti adlı bir sürüngen türünün iskelet fosili (PROBST, 1999).
2. Fazla tuzlu ortamlar:

Bakterilerin yaşamasını olanaksız kılan ortamlardır. Öldükten sonra organizmalar tuzlu su ile kaplanarak bozulmadan korunurlar.

3. Buzul bölgeleri donma ortamları:

Özellikle buzulların yarık ve çatlaklarına düşen bölge hayvanlarının buzlar altında korundukları ortamlardır. Buzul döneminde yaşamış olan mamutların (fillerin ataları) bugünkü coğrafyada Sibirya bölgesinde buzullar altında çok iyi korunmuş örneklerini bulmak olanaklıdır.

4. Kuruma ortamları:

Çok kurak ortamlarda suyun nerdeyse olmadığı ortamlarda mumyalanmaya benzer biçimde fosilleşme de görülebilmektedir. Bu tip korunma olayında da temel öge çabuk gölmülmenin sağlanmış olmasıdır. Özellikle son jeolojik dönemlerde kurak iklimin hüküm sürdüğü Alaska bölgesinde mumyalaşmış iyi korunmuş bir fil yavrusu örneği bulunmuştur.

5. Reçine ortamları:

Bu ortamlarda çam ağaçlarının çıkarmış olduğu reçine salgılarının içine böcek vb. gibi canlıların düşmesi sonucunda korunması sağlanmaktadır. Özellikle Baltık bölgesinde oluşmuş fosil reçine (kehribar) birikintilerinde antenlerine kadar korunmuş böcek örnekleri ve örümcek ağları bulunmuştur.

Ölmüş olan canlıların genellikle sert, dayanıklı kavkı ve iskeletleri fosilleşmeye uygundurlar. Bu bölümlerin kimyasal bileşimlerini kalsiyum karbonat, kalsiyum fosfat, silisyum dioksit gibi inorganik, kitin gibi organik maddeler oluşturmaktadırlar. Fosilleşmeye uygun olan bu maddelerin özgün yapıları diyajenez (taşlaşma) sırasında ağır basınç altında kalarak fiziksel ve kimyasal ve de fiziksel - kimyasal değişimlerin etkisinde kalmaktadırlar.

Fosilleşmeyi sağlayan olaylar dört grup altında ele alınabilir:

a) Karbonizasyon:

Bazı canlıların özellikle bitkilerin su içine gömüldüklerinde yada su ile örtüldüklerinde yüzeylerinde ince bir kömür veya karbon tabakası oluşmaktadır. Bu tabaka canlı kalıntısını en ince detayda korumaktadır. Kömür havzalarında çok iyi korunmuş yaprak, tohum, spor vb., gibi unsurlar karbonizasyonun sayesinde günümüze kadar korunabilmiştir.

b) Permineralizasyon:

Delikli ve boşluklu olan kavkı, kemik ve iskeletlerin mineral madde ile dolması olayıdır.Canlıların bıraktıkları yumuşak ve organik kısımlar, uygun koşullarda bakteriler tarafından ayrıştırılırlar. Canlıdan geri kalan sert kalıntıların içine giren sular, içermiş oldukları mineralleri boşluklarda çökeltirler. Böylelikle kalıntılar daha da ağırlaşırlar. Örneğin, ekinoderm kavkıları potasyum silikat, demir ve glokoni ile permineralize olurlar.

c) Rekristalizasyon:

Bir eriyikteki moleküllerin yer değiştirmesi sonucunda bazı kavkıların fiziksel iç yapılarının değişikliğe uğramasıdır. Bu işlemle sert kısımlar değişikliğe uğrayarak yapıları bozulur. Örnek olarak, brakiyopod yada foraminifer kavkılarının orijinal lifi kalsit yapıları, bu değişim ile birbirine bağlı kalsit kristallerinden oluşmuş bir yapı kazanırlar.

d) Yer değiştirme (Replacement):

Bazı koşullar geliştiğinde kavkı yada iskeleti oluşturan esas mineralin (kalsiyum karbonat gibi) eritilerek yerine bir başka mineralin (pirit, silis vb.) gelmesi olayıdır. Bu durumda kavkı veya iskeletin iç yapısı ve dış şekli bozulmaz. Yer değiştirme silisli sünger spikülleri ile kalsit arasında olursa kalsitizasyon; kalsit yada aragonit kavkıların dolomit ile yer değiştirmesi biçiminde olursa dolomitizasyon, silisli maddelerin kalkerli iskeletlerle yer değiştirmesi şeklinde olursa da silisifikasyon adını alır. Bu olaylar sonunda canlı yapısında hiçbir anormalliğin olmadığını söylemek mümkündür.

Fosiller çökel kayalar içinde düzensiz olarak dağılmışlardır, bazı tortullarda çok fazla, bazılarında ise nadiren bulunur yada hiç bulunmamaktadır. Tortulaştıkları ortamda yaşamış olan canlı kalıntılarına (Otokton fosil), başka ortamlarda yaşamış olana canlıların kalıntılarına da (Allokton fosil) adı verilmektedir. Bazı durumlarda başka ortamlarda yaşamış olan canlı kalıntıları yeni ortamlara akıntılarla taşınırlar. Allokton ve otokton fosiller daha sonraki dönemlerde erozyon etkisiyle yeniden tortul kayaçlara karışabilirler (Römaniye fosil).Özellikle ince taneli tortullardaki fosiller ezilirler, yassılaşırlar, tektonik hareketler etkisiyle kırılabilirler, bazı durumlarda ise metamorfizma etkisiyle şekilleri değişebilir. Çok daha kuvvetli değişime uğrama durumunda kayaçlarda fosilleşme olayı ortadan kalkar.

Bir zaman göstergesi olarak kullanılan fosillere "Kılavuz fosil" (Anahtar fosil, Karakteristik fosil ) adı verilmektedir. Kılavuz fosillerin belirli özellikleri vardır; bunları kolay tanınması, kısa bir zaman diliminde yaşamış olması, yaygı olarak gözlenmesi, çeşitli ortamlarda yaşamış ve ortamda bol olarak bulunmaları olarak sıralamak mümkündür. Günümüzde birbirinden uzak mesafelerde bulunan stratigrafik istiflerin aynı yaşta bir anlamda eş yaşlı oluşları, bu kılavuz fosil topluluklarıyla deneştirilerek saptanabilmektedir (Şekil 1.20).

Şekil 1.20. Stratigrafik belirleyici olarak fosiller: Diyagramatik A ve B kesitleri, çeşitli kaya türleriyle ayrımlanmış ve içermiş oldukları bazı omurgasız fosilleri ile yaklaşık 200 mil uzaklıktaki iki ayrı lokalitenin deneştirilmesi (MOORE, LALICKER ve FISCHER, 1952).

Oligosen devresinde üç tırnaklı bir atın ölümünden fosilleşmesine ve fosil olarak bulunmasına kadar geçirmiş olduğu serüveni Harvard Üniversitesi Zooloji Müzesi’nde sergilenen bir sunum, açıklamalarıyla Şekil.1.21’de verilmiştir.

1.4.2. Denizel fosiller

Denizin zeminin büyük bir bölümü, başta akarsular olmak üzere rüzgar, buzul, vb. gibi fiziksel etkenlerle getirilen çökellerle sürekli olarak doldurulmaktadır.Bu sürecin denizlerin oluşumundan günümüze yaklaşık 4 milyar yıldır süregeldiği düşünüldüğünde, kalın çökel istiflerinin fosilleşme için çok uygun bir ortam oluşturduğu söylenebilir.Deniz içinde organizmaların kalıntıları fosilleşme sırasında su içinde kimyasal bozunma ve değişikliğe uğrarlar. Örnek olarak denizel organizmaların aragonit yapılı kabuğa sahip büyük bir bölümünün, kimyasal değişme ile kalsite dönüşmesi olayı gösterilebilir. Bu yaklaşımla Senozoyik zamanında kabukları daha çok kalsitten yapılı denizel fosillere rastlamak olanaklıdır. Fosilleşmede rol oynayan kimyasal olayların, denizlerin içinde de aktif olarak ve önemli ölçüde meydana geldiği fosiller üzerinde yapılan incelemelerden öğrenilmektedir.

l.5. Fosillerin önemi ve yararları

Fosiller, yeryuvarının jeolojik tarihini ortaya koyan kayıtlar olması bakımından, jeolojik devirlerde yaşamış topluluklar olarak yeryuvarının yaşını belirleyecek kronolojik birer olgudurlar. Bu yaklaşımla, her jeolojik devrin belirli bitki ve hayvan grupları tarafından karakterize edildiklerini söylemek olanaklıdır. Karakteristik fosilleri temel alarak fosillerin jeolojiye olan yararları ve uygulama alanları aşağıda verilmiştir (SAYAR, l990) :

1. Fosiller tortul katmanların zaman ölçeğidir. Tortul katmanların jeolojik yaşlarının belirlenmesinde yararlıdırlar. Yeryuvarı tortulları karakteristik fosiller sayesinde Zaman, Devir, Kat ve Zon 'lara ayrılırlar.

2. Fosiller tortul kayaçların oluşumunda oldukça önemli rol oynamaktadırlar. Kireçtaşlarının büyük çoğunluğu fosil kavkılarından oluşmuştur. Nummulites'li kalkerler, resifal kalkerler ve zoojen kalkerler bu konuda örnek olarak gösterilebilirler.

3. Fosiller çökelme ortamlarının ana göstergesidirler. Fosil topluluklarının yaşama ortamları yardımıyla denizin derinliği, sığlığı, tuzluluk derecesi, sıcaklığı, pH'ı, hareketli ve durgun oluşu, göl, lagün, delta yada kara alanlarının belirlenmesi mümkün olabilmektedir.

4. Fosiller, bölgelerin jeolojik geçmişlerinin belirlenmesinde paleontolojik korelasyon için kullanılırlar. Bilinen bir bölgedeki fosil cins ve türlerinin değişik bölgelerdeki fosillerle karşılaştırılarak benzerlikleri ve bunların düşey ve yatay yayılımları (paleontolojik korelasyon) ortaya konulmaktadır.Paleontolojik korelasyonlarla katman istiflerinin yaşları saptanabildiği gibi, bazı sedimanter maden ve kömür yatakları ve özellikle petrol yataklarının da açınlamaları yapılabilmektedir.

5. Fosiller, yeryüzünün jeolojik devirler boyunca kara ve deniz alanlarının belirlenmesi (Paleocoğrafya) konusunda fosil fauna ve floralarının yayılımlarının incelenmesiyle katkıda bulunurlar.
Şekil 1.21. Üç tırnaklı bir atın ölümünden fosilleşmesine kadar geçen aşamalar.


6. Fosiller yardımıyla belli bir zaman birimi içinde organizma ortam ilişkisiyle organizmaların birliktelikleri, nasıl yaşadıkları, ortamdan nasıl etkilendikleri, nasıl öldükleri ve nasıl fosilleştikleri incelenerek çökelme ortamının özellikleri ve çökelme koşulları öğrenilebilmektedir.

7. Bugün yaşamakta olan organizmaların ataları olmaları bakımından, her jeolojik zaman biriminde yaşamış fosillerin, günümüze gelinceye kadar geçirdikleri evrimin (evolution) ortaya konulmasında önemleri oldukça büyüktür. Yeryüzünün arkeobakteriden günümüz mükemmel canlılarına gelişimindeki belirli değişim ve dönüşümler, fosil kayıtlarının düzenli incelenmesi ve deneştirilmesiyle ortaya konulabilmektedır.

8. Fosiller, toplum içinde yüzyıllardır mitoloji ve halk kültürü kapsamında, insanın kökeninin araştırılması ve ortaya çıkarılması, fosil mezarlıklarının korunması, fosillerden esinlenerek estetik modellemelerin oluşturulması, koleksiyon, sergileme (müze, bilimsel toplantılar ve sergiler) ve de medya yardımı ile doğayı geçmişinden günümüze insanlara tanıtmak amacıyla ekoturizm olgusu içinde ele alınmaktadırlar.
19

20
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-6















Paleontoloji Defterleri-5

7

8

9

Şekil 1.7. Almanya, Rheinland-Pfalz yöresinde gastropodlardan tanımlanan Potamides plicatus türü formları, boyutlar 1.5 cm. dolayında, orjinali Sammlung von Klaus Naumburg, Bad Soden (PROBST, 1999).

Şekil 1.8. Almanya, Nordhessen’de Permiyen yaşlı Cornberger kumtaşlarında tanımlanan Actibates acutus sürüngenine ait izler. Orjinali, Rotenburg’ Fulda Kreisheimatmuseum’dadır. (PROBST, 1999).

Şekil 1.9. Almanya, Rheinland-Pfalz yöresi Permiyen’ine ait Saurichnites incurvatus sürüngen türüne ait izler, fosil orjinali Mainz Üniversitesi Geovissenschaften Enstitüsü’ndedir (PROBST,1999).

Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-4

5


6
Şekil 1.5. Almanya, Dudweilerim Saarland Bölgesi Karbonifer’ine ait bir eğrelti türü: Mariopteris muricata. Örnek 37 cm. Bonn Üniv. Paleontoloji Enstitüsü (PROBST, 1999)
Şekil 1.6. Almanya, Westfalen Horn in Lippe Yöresi Triyas (Muschelkak)ında deniz lalerine ait Encrinus liliiformis türü fosili, orijinal Munster Üniv. Jeoloji-Paleontoloji müzesindedir (PROBST, 1999).
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-3

Fosil ve Fosilleşme

Jeolojik zamanlarda yaşamış olan canlıların tortul ya da çökel (sedimanter) kayaçlar içindeki taşlaşmış kalıntılarına ve bırakmış oldukları her türlü kalıp ve izlere " Fosil " adı verilmektedir. Bir kalıntının fosil olabilmesi koşulu, genel olarak son buzul devrinden evvel yaşamış bir canlıya ait olabilmesidir. Son buzul devrinden günümüze kadar yaşamış canlılara Güncel (Aktüel yada Recent) canlılar denilmektedir. İnsanlar en az 30 000 yıldır fosilleri bilmekteydiler. Buzul Çağı insanları fosilleri süs taşı olarak kullanmışlar (kolye, bilezik vb.). Fosillerin insanlar tarafından ilk algılanışlarında büyülü ve koruyucu oldukları düşüncesi egemendi. 17. yüzyıldaki inanışa göre fosiller, canlıların Dünya’nın kendi yaratıcı gücü (vis plastica) (Latince) tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan kopyalarıydı.

Canlı organizmalar öldükten sonra deniz ve göl gibi ortamların diplerine düşerler ve çökellere gömülürler, bu durumda organizma kavkılarının (hayvanın içinde yaşadığı kabuktan yuva) içleri killi, kumlu ve kalkerli çamurlar ile doldurulmuş hale gelir. Taşlaşma halinde yada daha sonra sedimanlar içine giren CO2 'li sular kalkerli ve aragonitli kavkıları kolaylıkla eritirler ,bu durumda fosillerin kendi şekillerine uygun boşluklar oluşur, bu yapılara " Fosil kalıbı" denir. Fosil kalıpları iç dolgulara ait ise "İç kalıp" adını alır. İç kalıpların en iyi örneklerine kalkerli çökellerdeki mollüsklerde ve kumtaşı, killi şist, kuvarsitler içinde brakiyopodlarda rastlanılmaktadır. Bazı durumlarda kavkı aşınıp gider, sadece kavkının izlerinin korunduğu dış kalıp dolgusu kalır, bu dolgu bir bakıma canlının morfolojisi hakkında bilgi edinilmesini sağlamaktadır (Şekil-1.2, 1-3, 1-4,). Fosillere ilişkin çeşitli örnekler Şekil-l.5, 1.6, 1.7, 1.8, 1.9'da verilmiştir.

Hayvan organizmalarında kavkı bileşimi genel olarak CaCO3 (karbonat-kalsit, aragonit) veya silislidir, nadiren de sülfat, magnezyum ve stronsiyumlu olabilmektedir. Örnek olarak; ekinidlerde primer kalsit, bazı mercan, sefalopod ve alglerde sekonder kalsit yapılıdırlar. Graptolitler ve artropodalarda ise kavkı kitinden oluşmuştur (SAYAR, l990).
Canlılara ait kalıntıların bir kısmının yada tamamının belli koşullar altında korunması, taşlaşıp fosil haline gelmesi olayına "Fosilleşme" denilmektedir. Canlılar öldükten sonra genellikle yumuşak kısımları çürüyerek kısa sürede ortadan kalkarken, kemik,diş, tırnak ve kabuk gibi kısımları ise uygun ortamda fosilleşirler (DİZER, 1983).

Fosilleşmede organik kalıntıların korunabilmesi için iki ana etken önemlidir:

1. Organizmaların koruyucu bir ortamda çabuk gömülmeleri,
2. Organizmaların gömüldükleri ortamda fosilleşebilecek kavkı ve iskelet gibi sert kısımlar içermeleri.
Organizmalar öldükten sonra koruyucu bir ortamda çabuk gömülmezse, dış etkenlere bağlı olarak çürür, parçalanır ve özelliğini kaybeder. Bu yönden koruyucu bir ortam fosilleşme için gereklidir.

Fosilleşme prosesleri sırasıyla;yaşam, ölüm, öldükten sonra gömülmeden önce ve gömülmeden sonra olmak üzere dört evrede değerlendirilmektedir (Şekil 1.16)

Bu dört evre ayrı ayrı ele alındığında;

a.Organizma yaşamı esnasında doğal yaşamını sürdürmektedir, diğer organizmalar ve yaşadığı ortam ile bire bir ilişki halindedir,

b. Saldırı, hastalık, doğal nedenler ve ortam değişimleri nedeniyle organizmanın yaşamının sona erer (ölüm),

c. Ölüm sonrası gömülme olmadan doğada bulunan organizma (kadavra, ölüt, ceset) çürür, yumuşak kısmı leş yiyiciler tarafından parçalanır, daha sonra rüzgar ve su yardımıyla kalan parçaları taşınarak yeniden depolanmaktadır,
d. Organizmaların © deki süreci geçirip ya da geçirmeden sonra, bir çökel tarafından (kum, kil, çamur, kireç vb.) örtülerek ve gömülerek, fosilleşme prosesleri yardımıyla taşlaşarak sert kısımları korunarak fosil haline gelmektedir.

Bir organizma öldükten sonra, gömülme oranı ve korunma potansiyeli arasındaki ilişki değerlendirildiğinde, genel olarak ölen organizmanın çabuk ve iyi gömülmüş durumda olması çok iyi korunma şansına sahip olmasını sağlamaktadır (Şekil 1.17) (DOYLE, 2000))

Fosilleşme (Tafonomi) nin fiziksel etkenlerinin işlevleri kapsamında Şekil 1.18’de görüldüğü gibi, öldükten sonra ve de gömülmeden önce bir lamellibranşın (pelesipod, bivalv) kapaklarının açılarak, yer yer dış etkenlerle (rüzgar, su, vb.) taşınarak parçalanması, daha sonra bu parçaların çökeller içine karışması ve çökelle örtülme sonucu normal koşullarda sadece sert kısımları, özel koşullarda da sert yada yumuşak kısımları fosilleşmektedir.


42
3
Şekil 1.2. Ordovisiyen yaşlı bir Trilobit fosili türü: Ogmasaphus praetextus, Doğu Almanya. Ostseeinsel Ruger bölgesi. Fosil örneği Berlin, Humbold Üniv. Doğa müzesinde bulunmaktadır. (PROBST, 1999)
Şekil 1.3. Silüriyen yaşlı Ortoceren kalk biriminde bulunan Cardiola cornucopiae Pelesipod fosili türü. Fosilin orjinali Wurburg Univ. Paleontoloji Enstitüsü’ndedir (PROBST, 1999).

Şekil 1.4. Ohio Cincinnati yakınlarında Ordovisiyen yaşlı Richmond Grubu Çökellerinde tanımlanan Isotelus brachycephalus Trilobit türü fosili (Ward’s Natural Science Establishment’ten) (LEVIN, 1988).
Posted by Picasa

İnsan Düşüncesinde Yerküre (İlkçağlardan Rönesansa)-3

Sihirsel düşünce Eski Çağ döneminde, Paleolitik kültürde kendi varlığını koruyabilme içgüdüleri içinde ilk olarak taşları yontmaya çaba gösteren insan merkezli bir yapıda egemenliğini sürdürmüş ve günümüzde de gelişimlerini sürdürememiş toplumlarda yer yer değişime uğramış olsa da görülmektedir.
Yerküreyi saran doğa için, ilk uygarlıkların tarihi kayıtlarındaki izler durumuyla sınırlı da olsa ilkel dönemden yerküre ile ilişkilendirilebilecek miras olarak değerlendirilebilecek aktarımlar, ona bir can yüklemek ve onun yaşayan ruhu olan bir varlık gibi algılanabilmesine olanak sağlamıştır.

Orta Taş Çağı (Mezolitik Kültür) olan 15-10. bin yıllarını kapsayan zaman diliminde, buzul çağı sonrası iklim değişikliklerinin etkisi ile özellikle su avcılığına yönelimin de etkin olarak görülmeye başlanması; mikrolit denilen özellikle avlanmada kullanılan ok, mızrak işlevli yontulmuş kesici ve delici taş aletler ki bunlar gereksinimlere göre çeşitlendirilerek birleşik araçlar olarak kullanımında anlamlı parçalar durumunda birleştirilmişlerdir. Ayrıca bu dönemde yay ve tornanın keşfi ve gelişimi; mikrolit, boynuz, fildişinden yapılmış, cilalanmış belli bir işlevi olan orak, testere biçimli bıçağa benzer çeşitli kesici aletler; bazı kurt ırklarının evcilleştirilerek insanın ilk evcil hayvanı durumunda uysal bir köpeğe dönüştürülmesi; yaşamın mağaralardan çıkarak geniş alanlara yerleşimi; tinsel kültürün etkisinin sürdürülerek gömü ve gömü armağanı göreneğinin oluşturulması önemli olgular olarak dikkat çekmiştir.

Mezolitik dönemde tarım öncesinden başlayarak Orta Doğu’da, Avrupa’da (Tuna Irmağı boylarında Azilyan kültürlü topluluklar), Afrika’da (Nil boyunca yer yer dağınık görülen Hartum toplulukları ve Doğu Akdeniz kıyıları boyunca Natuf kültürlü topluluklar) görülen üretimden daha çok geçim biçimi durumunda üç özellik göze çarpmaktadır, bunlar;

1. Tekil avcılık (orman hayvanları avcılığı) ağırlıklı avcılık ve toplayıcılık,
2. Balıkçılık ve su toplayıcılığı,
3. Yabanıl tahıl toplayıcılığı ağırlıklı avcı ve toplayıcılığı (küçük baş otçul sürüleri).

Mezolitik kültürde insan topluluklarının doğayla olan iç içelikleri daha da pekişmiş ve ona daha bağımlı bir yaşam biçimi benimsenmiştir. Sahip oldukları düşünce biçimi sihirci ya da büyüye dayalıdır.

Neolitik dönemde (Yeni Taş Çağı), Mezolitik dönemden gelişen bir değişim süreciyle insanın bitkiler ve hayvanlar dünyasına egemenliği Neolitik’te başlamıştır (İÖ 10 bin dolaylarında). İnsanlık bu dönem ile asalaklıktan üreticiliğe (bitkisel ve hayvansal besin üretimine) geçiş yapmıştır. Neolitik dönem; ekonomik, toplumsal ve kültürel evrim bakımından insanlığın teknolojik evriminin de bir başlangıcı sayılmıştır. Toprağa yerleşme, mülkiyet, toplumsal artı üretim gücü, nüfus artışı, tabakalaşma ve de savaş gibi sonuçlar Neolitik süreç ile gelmiştir. Yine bu süreç, ilkel toplumdan uygar topluma geçişi sağlayacak yolları döşemiştir. Bitki ve hayvanlardaki evcilleştirmeler Yeni Dünya’ya göre 4-5 bin yıl geç başlamıştır. Tarla açma, bahçe, küçük ve büyük sulama gibi tarım çeşitleri, küçük baş hayvanları evcilleştirme aktiviteleriyle toprağa yerleşme sonuçları bakımından cilalama, çömlekçilik ve yapıcılık (kil, kerpiç, sıkılaştırılmış kil materyalli tuğla) önemli özellikler durumundadır. Neolitik kültürün somut yerleşim yerlerine “Çayönü, (9500-6800)”, insan için “Buzadam Ötzi, (5300)” ve halk olarak ta “Arapeşler (İS.20.yüzyıl)(Çağdaş Neolitik topluluk)” örnek olarak verilebilir.

Neolitik kültürde de Mezolitik kültürde olduğu gibi insan topluluklarının doğayla olan iç içelikleri daha da artmış ve yerleşik yaşama geçilerek daha bağımlı bir yaşam biçimi benimsenmiştir. Sahip oldukları düşünce biçimi yine sihir ya da büyüye dayalıdır, ancak doğadaki objelerin algılanması konusunda daha bilinçli bir duruma gelindiği aktivitelerden anlaşılabilmektedir.

İÖ.4000’li yıllara gelindiğinde izlenen süreçte Sümerler’de görülen uygar topluma geçiş ile (demir, tunç, bakır çağları); Mezopotamya’da kentleşmeye varan gelişmeler kaydedilmiştir. Sümerler; geçmişleri, şamanları, kabile başkanları, büyük sulama tarımına geçmeleri, iş ve emek yönetimi, zanaatların gelişmesi, kent ve kır bütünleşmesi ile uygar topluma geçiş için iyi bir örnek oluşturmuşlardır.

İnsan Düşüncesindeki Yerküre (İlkçağlardan Rönesansa)-2

KAYNAKÇA:

*Maurice Bucaille, 1979; Tevrat, İnciller ve Kuran. Çev, M. Sönmez, 3925. Alev basım evi, Konya.

*Davıd Oldroyd, 1996; İnsan Düşüncesinde Yerküre. Çev, Ü. Tansel, 563. Tübitak yay, Ankara.

*Alaeddin Şenel, 2006; Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, 1107. İmge Kitabevi, Ankara.

*Colin A. Ronan, 1983; Bilim Tarihi. Çev, E. İhsanoğlu, F. Günergun, 610. Tübitak yay, Ankara.

*Kışlalıoğlu, M., Berkes, F., 2001; Ekoloji ve Çevre Bilimleri, 13-48, 350s. İstanbul.

*Woods, A., Grant, T.,2004; Aklın İsyanı, 236-237, 451s. İstanbul.

*Engels, F., 2006; Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, 415, Sol yay., Ankara.

*Günay, K., Örçen, S., 2007; Jeolojinin Diyalektiği ve Bilimsel Eğitim Perspektifi, UMES’07, Kocaeli.

*Hermes, 2006; Metinler ve Çalışmalar: 309 S., Ege Metah Yay, İzmir.

İnsan Düşüncesinde Yerküre (İlkçağlardan Rönesansa)-1

Hominidlerin insansı maymunlardan ayrılmalarına atfen yaklaşık 14 milyon yıl öncesinden başlamış olan serüven. İnsansı primat olarak 7 milyon yıla gelindiğinde: yaklaşık 2 milyon yıllık bir süreç sonunda 4-5. milyon yıllarda şempanzeler, hominidler ve goriller üçlemesiyle üç gruba ayrılmıştır. İlk hominidler olarak fosil kayıtları arasında Australophitechus afarensis yer almıştır. Hominidlerin gelişim sürecinin son türü olan Homo habilis (becerikli adam) toplulukları olarak geçirmiş oldukları evrim ile Homo sapiens’le kendi geçimlerini üretirken, kendi maddi yaşamlarını da üretmişlerdir.


Tarih boyunca çevre merkezli yaşamdan insan merkezli yaşama değişimin izlendiği süreçlerde “Söylence ve Masallar”; gerek insanın davranışında doğru yada yanlışı bulabilmesi, gerekse toplumsal dayanışmayı arttırması yönleriyle önemli olgular olmuştur. Masallar (mitler) daima Yerbilimcilerin ilgisini çekmiştir.
Yerküreye ilişkin düşünce tarihinin ilk adımları; Masal-Destan kültüründen bilim kültürüne geçiş döneminde atılmıştır.

Yer ile ilgili tarihsel öykülemede karşılaşılan sorular aşağıdaki gibi sıralanabilir;

*Yerküre nedir?
*Nasıl var olmuştur?
*Nelerden oluşmaktadır?
*Yaşı nedir?
*Bugünkü görünümü ilk haline benziyor muydu?
*Yer tarihinden söz edilebilir mi?
*Bu tarih bilgisine nasıl erişilebilir?
*Konusu yerküre olan bir bilim dalı nelerden söz edebilir?
*Evrenbilimin bir başka bir biçimimidir?
*Fiziğin alanına girer mi?
*Kimyanın alanına girer mi?
*Yerküreyi incelemek isteyen kişi neleri gözlemlemek zorundadır?
*Yerbilim çözümlemesi yada sentezi nasıl ortaya çıkar?
*Yerküre üstüne düşünme sürecinde bilimsel araçlar ve deney yapmanın rolü nedir?

Yerbilimin en temel sorunu, daima geçmişi anlamak konusunda çabalamak olmuştur denilebilir. Yer katmanları okunacak bir kitap gibi gözlenecek, incelenecek ve bir çeşit yorumlanacaktır. Kitabın kimi sayfaları doğal olarak eksik olabilecektir.

Yerbilimci gözüyle yerküreyi anlama çabası çağcıl dönemde üç ayaklı bir sorun olarak karşımıza çıkar; bunlar aşağıdaki gibi sıralanabilir.

1. Yerkürenin yapısı, davranış biçiminin göz önünde canlandırılması,
2. Bir biçimde tarihinin anlatılması,
3.Ortaya konulan tarih ve tasarıma insanların inandırılması.

Daha önceki dönemlerde, başlangıçtan bugüne insanlar yerkürenin değişim düşüncesini çoğu zaman benimsemiş durumda olmamışlardır. İnsanın Yeni Dünya’ya geçişi, ortaya koydukları Taş Çağı kültürleri, uzman avcılık ve toplayıcılık evreleri ve bu konularda uzmanlaşmaları kapsamında oluşturdukları düşünce biçimi, sihirsel düşünce ya da büyücülük (animistik düşünce) olmuştur.

Sihirsel Düşünce Biçimi

Sihir yada büyü, ilkel topluluğun avcılık ve topluluk evresindeki yaşam biçiminde ortaya çıkmış bir gelenektir. İlkel topluluktaki bu insanların maddesel ve tinsel kültür birikimleri; yaşamlarını etkileyen önemli nesneleri, olguları, olayları ve kişileri yeterice etkileyebilecek düzeyde bulunmadıkları için çareyi sihirde aramalarını getirmiştir. Sorunlara düşler dünyasında simgeleri kullanarak çare bulmak, kendilerini ve karşılarındakileri etkileyebilmek için çaba göstermek yoluna gidilmiştir. Av sihiri ve ürünlere ilişkin bolluk ve bereket törenlerinde; doğadan elde ettikleri bazı baldıran, sıçan otu, kenevir, haşhaş vb. bitkiler, toprak, taş parçaları, çeşitli sıvılar ile birlikte kullanılan simgeler, totemler ve de senaryoyu tamamlayan sözler, çıkarılan acayip doğaçtan seslerle yapılan ayin ve danslarla bütünleştirilerek büyüler yapılırdı. Sihirsel düşünce biçimi, avcı ve toplayıcı ilkel asalak yaşayış biçiminin temel düşüncesini oluşturmaktadır. İlkel asalak yaşamdaki kargaşa ve rastlantılara dayalı çerçeve; çağrışımcı, benzetmeci, sınıflandırıcı düşünce; benzerliklere dayalı sonuç çıkarma (analoji mantığı); insanların olmasını ya da olmamasını istedikleri durum psikolojisi içinde olmaları; özne ile nesne ve nesne ile simgenin karıştırılması; doğaya can yükleme; doğaya buyurma sihirsel düşünce biçiminin temel özelliklerini oluşturmaktadır.


Posted by Picasa