KADIKÖY'DEN ÇANAKKALE'YE
Kadıköy’de dostların arasında geçirdiğimiz güzel gecenin ardından iyi bir uykuyla güneşli aydınlık yeni bir güne başlamanın yanı sıra, bugün Çanakkale’ye gidiyorum. Aklımdan ilk geçenler; boğaz köprüsünden İstanbul’u seyretmek, Avrupa yakasının Çanakkale’ye kadar uzanan kıyı şeridi boyunca denizle haşır neşir, göreli olsa da göz zevkimizi bozmayacak peneplen kırların yeşilliklerine ve memleketim Tekirdağ’a merhaba demek, Çanakkale Boğazı’ndan gemi yolculuğu oldu.
Harem’den başlıyor yolculuk, oldukça erken geldik gibi Adatepe’li dostumla terminale.Harem Otobüs Terminali’nin yıllar öncesine giden mazisi var. Harem’den Ankara’ya Ankara’da öğretmenlik eğitimi alan ablama .annemle birlikte şampiyon bir güreşçinin firmasıyla 1971’de yaptığımız yolculuğu anımsadım, otobüs kaptan heyetiyle hoş sohbet, yolcularla birlikte gecenin geç saatlerine kadar uzanan 10 saate yakın bir yolculuk ve sisler içinde soğuk bir sonbahar sonu gecesini. İlk olarak geldiğim Ankara’nın daha sonra 1976’dan 1998’e kadar devamlı daha sonrası da kopamadan ikamet edebileceğim mekanım olacağını açıkçası düşünemezdim. Daha sonrası da Van, nereden nereye!
Harem’de yoğun insan manzaralarına gelince; bin bir çeşit insan, bir tarafta geçen kavurucu yazın sönümünün tadını çıkarmaya çalışanlar, diğer yandan yaşamın akışına kapılmış kendi halinde sıradan insanlar, kaptanlar, firma çığırtkanları karıncalar gibi koşturup duruyorlar. Nihayet 11.30 bizim hareket zamanı, vedalaşmaların hüznü içinde birkaç sevdalının gözyaşları dikkatimi çekti. Yola koyulduktan sonra, dillere destan İstanbul trafiğinin seyri içinde Boğaz köprüsünden geçerken Boğazın büyüleyici güzelliğini özümsemeye çalışan benim sağa sola kafamın ritmik hareketleri yolcuların dikkatini çekti ve onlarda benim gayretimle merak içinde boğazı izlemeye başladılar. Şanslıydım ki, büyüklükleri farklı birçok gemi boğazdan geçiş durumundaydı ve görünümleri çok güzeldi. Avrupa yakasına geçtiğimizde kısmen düzenli bir seyir izleyen trafik, Çekmece gölünün yakınlarına kadar geldiğimizde neredeyse durma durumuna geldi. Ama her şeye rağmen yolculuğun tadını çıkarmalıyım. Bir süre sonra sıkıntı veren şeyin, iki yada üç katlı girişi çıkışı belirsiz kimi tuğlaların görüldüğü sıvasız kimisinin de sadece boyamak için boyanan binalar olduğunu anladım, tamamen estetikten yoksun kırsal bölgelerde bile fazla göremediğimiz kenti kuşatan ve işgal edilmiş kırk lokma kırk hırka harikaları, sanırım büyük bir olasılıkla ruhsatı olmayan kaçak yapılar! Bu dehşetli manzara içinde koşuşturma ve iş telaşı içinde memleketimizden hazin insan manzaraları beni oldukça etkiledi. Silivri’ye doğru daha derli toplu bir peyzaj ile doğal yeşilin ve de Eylül ayının tatil için en iyi zamanını yaşayan sahil yolu tüm canlılığını ve güzelliğini gösteriyor bizlere.
Otobüsümüz otoban bitimindeki toplu taşım moduna geçiş seyrini izlerken, Silivri, Sultanköy ve Gümüşyaka’daki yapılaşmaların İstanbul çıkışındaki kötü tablo ile örtüştüğünü görmek canımı sıktı. Şüphesiz bu olumsuzluğun nedenleriyle ilişkili olarak, belediyelerin imar planlarındaki ranta dayalı spekülasyonlar ve başıboşluğun sonucu gelinen noktada İstanbul’un mega köye dönüştürülmesi projesinin söz konusu yerlere kadar yaygınlaştırılması ilk akla gelen somut değerlendirme. Tüm ülkemizi sarmadı mı bu çarpık kentleşme, kırsal kültüre, tutuculuğa, mafyacılığa verilen prim üstüne prim. Tekirdağ’a memleketime geldim. Memleketine gel ve kısa bir mola ile transit geç, tuhaf bir duygu. Nefis Tekirdağ köftesinin kokusu neredeyse tüm sahile yayılmış durumda, karnımızda açıktı. Neyse ki Tekirdağ çıkışında verilen yarım saatlik mola ile köfte gereksinimimizi giderdik. Malkara, Keşan hoppala paşam tekerlemesi aklıma geldi. Kır manzaraları çok hoş, köftenin damağımda yarattığı enfes tat ile birlikte keyfim yerine geldi. Ayrıca yüksek lisans çalışmasını yaptığım Keşan ve güneyi kıyı bölgesi, anılarımı ve geçen güzel günlerimi anımsattı.
Koru dağlarından Gelibolu yarımadasına geçiş ile deniz ve karanın uyumu, birbirinden güzel panoromik görüntüleri geçerken beni oldukça heyecanlandırdı. Yolcuların büyük bir bölümü uyur yada uyuklarken benim sağı solu kolaçan eder tarzda hareketliliğimi ve düşüncelerimi paylaşmaya çalıştığım yanımdaki yeni tanıştığım yol arkadaşlarımın söyledikleriyle yolculuğum bir hayli zevkli olmaya başladı. Yanımdaki koltuk arkadaşım Devlet Malzeme Ofisi’nde yönetici, kurum ile ilgili benim de merak ettiğim birçok konuyu öğrendim kendisinden, bilgilendim iyi oldu benim için. Yan koltuktaki arkadaş ise küçük işletmesi olan kalıp yapan bir usta kişi, tabi ki değişik bir konu ama en azından yapılan seri üretimlerin çıkış noktası kalıp yapımı bir hayli ilginç bir konu. Konu konuyu açıyor, İstanbul’da yaşamanın zorlukları Trakya tarafındaki işyerine her gün oldukça erken saatte kalkarak gidiş ve akşamın yoğunluğunda Anadolu tarafındaki eve dönüş.oldukça stresli ve yorucu geldi bana. Onun bu yorucu yaşamın tekdüzeliğini geçici de olsa hafta sonunda Altınoluk’ta denizde kotrasıyla balık tutarak sevdikleriyle paylaşma isteğini gözlerinden anlamak zor değildi. Yanımdaki dostum Bolayır’da indi, tanışma memnuniyetimi belirttim.
Gelibolu’dayız, verdiğimiz yolcu indirme ve bindirme molasında gözlemlenen ve hissedilen kıyı restoranlarında pişirilen balık kokuları ve aslan sütü kompozisyonu, iki yıl öncesinde İTÜ organizasyonu ile yaptığımız mesleki bir gezide eğlenerek yaşadığımız bir Gelibolu gecesini anımsattı bana. Ayrıca da Hokkabaz filminde verilmiş olan bir molada rakılı balık yeme şeridi canlandı belleğimde, gerçekten hoş bir filmdi benim için. Evet otobüsümüz menzile yaklaşıyor gittikçe. Çanakkale’nin karşı yakası Eceabat’tayız. Bu topraklar gerçekten tarihimizin en önemli yerleri, Emperyalist güçlerin ülkemizi işgal etmelerine karşı verilen, son Osmanlıların, ülkemiz insanlarının topyekün onurlu kahramanca mücadelesinde canları pahasına Çanakkale’yi geçilmez kılmaları ki, bu şehitlerimizin arasında dedelerimin de olması Çanakkale’ye her geçişimde beni duygulandırır. Kesinlikle çocuklarımızın ,eşimizin dostumuzun, mutlaka vatanın savunulduğu bu toprakları ve yaşananları algılamak için müze ve mezarları gezmesi lazım. Bize bu yurdu verenleri unutmayalım. Feribot geldi ve artık boğazın serin esintinse kendimizi bırakabiliriz.Eceabat’tan panoramik görüntü çok güzel uzaklaştıkça yönümüzü Çanakkale’ye çeviriyoruz ve Çanakkale’den görüntüler karşımıza geliyor. Nihayet iskeleye yanaştık ve yolculuğumuzun çok büyük bir bölümünü tamamlamış olduk, saatimizde 18’i gösteriyor. Kalıp ustası dostuma veda ediyor, tekrar görüşmek üzere diyorum. Şimdi sırada toplantıyı yapacağımız yer olan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin Dardanos tesislerine ulaşmak var. Seyahat firmasıyla yaptığım görüşmeler sonunda bir servis aracı ile Çanakkale çıkışından 15 km. ötede Çanakkale Anıtının da görüldüğü koyun karşısında konuşlandırılmış olan tesislere ulaşıyorum. İnince dostlarla sarmaş dolaş hasret giderirken, böylelikle Kadıköy’den Çanakkale’ye olan yolculuğum sona eriyor. Ne diyeyim, daha nice yolculuklara!!!
Sefer ÖRÇEN (Eylül, 2007)

avucumdaki deniz

Yaban kokusu siner mevsimlere, silinir eskiler söz olur uçar kelimeler sözleşir, çığlıklar duyulur şeytani,
Işıklar geçerken ateşten, koynunda reçine kokusu
kırlangıçlar sevdalanır usulca, maviye dökülür orman,
sayarken kaybolan esmer günlerimi,
Sevdaların yüzü ışır, kırmızıya kuşanır çiçekler
gün gibi düş yansır gecelere, ellerin üşür düşerken zaman,
Rüzgarlar savurur uzaklara haberci kuşların denizini,
uzamasın güneşin batışı, bitsin sana kulluğum,
avucumdaki küllerin sırrına varan bir kurtuluştun geçmişten, yaban kokusu sindi mevsimlere, maviye döküldü avucumdaki deniz.

Sefer ÖRÇEN (Van,Şubat 2008)

resimlerim-45

DÜŞ ÇİÇEKLERİ-1
Sefer ÖRÇEN (akrilik,12x16 cm,2006)
Posted by Picasa

aydınlık için

Bildiklerimi söyledim her defasında başardıklarımı aydınlık için,
İnsanı sevmekle başladı ayrılıklar yaklaşan şöleninde,
Zamanın ödülünü verdi çılgın kalabalıklara,
Sevincini paylaşırken günlerin, yazarken çala kalem dostlukları,
Çok zaman geçti içimizden, yaşarken gizleri öykülerde,
Ekinler büyürken elimizde, zincirler kırıldı bir bir,
Yaşamın karanlık yüzüne son darbedir gerçek olan,
Öykülerde dillenip akarken benliklere, dönüşürken vahalara insan,
Yaşama karşı dururken çatışır tutkular cesaretle,
Dönerken aydınlık güne can elenir yıllardan,
Özgür olmadan önce geçmişten geleceğe anlatırken yeni dünyayı,
Sinsice aldatır beni, soğuk ve duyarsız tanrı,
Adanır zorluklarla bir yaşam başardıklarımla aydınlık için.

Sefer ÖRÇEN (Van, Şubat 2008)

1980 SONRASI TÜRK ŞİİRİ ÜZERİNE

1980 sonrası Türk şiiri üzerine ve bu değişimin sonraki dönemlere ilişkin olarak izlediği seyir açısından da bir değerlendirme yapıldığında, 1980’den kalkarak uzun bir baskı dönemi sonunda, bu baskının tüm yazın üzerindeki olduğu gibi şiir üzerinde de etkisini gösterdiği söylenebilir. Bu baskı, günümüz sürecinde de yansıyan yönüyle, başlangıçta kendi kendini denetleyen bir yapı içinde oldukça kısır denilebilecek bir karşı dil oluşumuna sonrasında da daha özgür ve eleştirel bir yapıya ulaşmıştır. 1980 sonrasında şiirimizde, ön planda toplumsal koşulların belirlediği ve toplumsal ilerlemenin gerektirdiği bir savaşım algılanmaktadır. Bu durumdan, bireysel yaratım sürecinin yaşanılan koşullara göre oluşturduğu bir tavır olarak söz edilebilir. 1980 sonrasında oluşturulmuş olan depolitizasyon, sermaye yatırımlarında sanat ortamını yozlaştıracak bir güdülemeye neden olmuştur. Ancak şairin bazı şeyleri göze alarak yazması gerekliliği eleştirisi yapılmış, bu konuda bir şey yapılmıyor derken bazı dergilerde şiirler yazılmıştır.

Böyle bir sansür ortamında şair şiirlerini tek tek ortaya çıkarma yoluna gitmiş, bu çekincesinde ayni zamanda geçerli kıldığı otosansür ile duygu ve düşüncelerini dile getiremeyip, kendisine yazmış ve okumuştur. Bu dönemin şairleri, oldukça geniş bir zaman içinde eski şairlerin şiirlerini okuma durumunda olmuştur. Dönemin yarattığı olumsuz atmosferin altına da sığınmamak gerekir. Her dönem için bu kaçış, bireycilikle suçlama biçiminde gündeme gelmiştir. Etik ve estetik ilişkisi bakımından bir değerlendirme yapılırsa; Can Yücel’ in etik ile estetiğin bir arada olabilmesi düşüncesine yaklaşımda bulunmak gerekir. Ancak estetik ile etiğin bir arada olabileceği de göz önüne alınarak, “şiir, iyi ya da kötü ahlakın taşıyıcısı olmamalıdır” görüşü ortaya konulmuştur. Diğer yandan toplumsal temalarla yazılmış olan şiire karşı çıkmak yerine, angaje şiire karşı olunmalıdır düşüncesi oluşmuştur. Geniş bir kesimin katıldığı “şair özgür ve bağımsız olmalıdır; şiir, bir parti yada örgüt doğrultusunda yazılmamalıdır, şiirin toplumcusu bireycisi olmaz, şiir şiirdir” yaklaşımı kabul görmüştür. Aynı zamanda, şairin yaklaşımı da önemli kılınmış, “şair idealist ise bireyci, materyalist ise toplumcudur” görüşü savunulmuştur. Diğer bir ifadeyle, şairin ideolojisi şiirine yansıyacaktır, ama bunun dile getirilişi önemlidir. Toplumcu şiir, politik bildirisi olan şiir olmamalıdır, aynı zamanda grevi anlatan bir şiir de olmamalıdır. Toplumcu şiir aşkı da anlatabilir.Örnek vermek gerekirse, Aragon’un “ Elsa’nın Gözleri “ şiiri, toplumcu bir şairin dünya güzeli aşk şiiridir.

Bu değerlendirme sonucunda, kendine yazma olayına yanlış bir tutum olarak karşı çıkış ile bazı şeyleri göze almak düşüncesi gelişmiştir. Bu olumsuz tavrı geçirilen dönemin bir atmosferi olarak algılamak yerinde olur.Toplumsal muhalefetin belli odaklarda birikerek yönetime alternatif olması, şairi de içine almaktadır. Şair, belirli ölçüde bireyci yada toplumcu olmasının belirlenmesi yanı sıra; kendinin, toplumun ve çağın bilincinde olmalıdır. Gerçekten şair, konuşması gerektiği yerde susuyorsa, o zaman bir kaçış içinde olduğu kabul edilebilir. Sansürle gelen kısıtlamalar, bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerini engellemiş olup, bu durum şiire de yansımıştır. Şiir, şair öznenin toplumsal ilişkilere de yansıyan kendi iç trajedisini yansıtmaktadır. Bir bakışla 80 sonrası şiirinde bireycilik ön plana çıkmıştır ve şair baskılar sonucunda kendi içine dönmüştür denilebilir.

Şiir, edebiyat yelpazesi içinde ele alındığında; çeşitli dönemlerde birbirine zincirlenerek bağlı bir durumda, her dönem bir önceki döneme tepki olarak algılanmış ve belli bir standartta üretim gerçekleştirilmiştir (Garip şiirinde olduğu gibi). Bir bakıma 1980 sonrası dönemde şaire bir görev biçilmiş gibi algılama vardır, ancak şair kendi ile hesaplaşan kişidir. 1970’li yıllardan örnek verdiğimizde, Metin Altıok ve İzzet Yaşar gibi önemli şairlerden söz edebiliriz. Bu şairlerin şiirlerini okuduğumuzda denilebilir ki, şiirin toplumcusu ve bireycisi olmaz ve klasik söylemiyle şiir şiirdir. Şiirlere verilen değer bakımından Babıali’deki sağlıksız beğeni ortamı, dostluklar sona erince beğenmeme ve reddetme biçiminde gündeme gelmiştir.

Şiir bir yaşam biçimidir, politik bir çözümleme, yeni bir ideolojik kuramsal bir tartışma ve doğru dürüst bir sosyolojik araştırma yoksa, bilinçli bir kültürsüzleşme politikası izleniyorsa ve de izlenen depolitizasyon da buna katılırsa sözü edilenlerin hepsi şiire yansıyacaktır.1980 sonrası dönemde şair, kendisine ilerici bir kültür adamı misyonu belirleyerek, kültürel topografya ile çözümlemeler yapma durumuna getirilmiştir. Bu yaklaşım içinde şairler; şiiri derinleştirmiş, zenginleştirmiş, ayrıca da döneme olan tepkisini politik ve insani mesajlarla daha üstü kapalı ve dengeli bir biçimde verme yoluna gitmiştir. Bir örnek verilirse; Can Yücel’in şiirindeki etik ile insani yönün vurgulamak istenmesinden söz edilebilir. 1980 sonrası şiir bir bakıma alışılmış biçimde kendi okurunu oluşturmuştur. Akımlara göre örneklenirse; “Garip”, yeni bir okur getirmemiştir, “İkinci Yeni” ise sağlıklı bir okur ya da elit bir yeni okuru getirmiştir.1980 sonrası şiir, kendisi ile hesaplaşmayı da yapmıştır. 1970’li yılların şiirine dönüldüğünde; 1975’lere kadar yazılan şiir ile 1975’ten sonrası şiiri ayırmak gerekliliği ortaya çıkmıştır. 1980 sonrası şiir için 1975 sonrası şiirin uzantısı olarak yapılacak bir değerlendirme doğru olacaktır. İzlenildiği üzere yeni bir kuşak bir öncekini yadsıyarak tepki göstermektedir. 1980 sonrası şiirindeki tepki; özümleme, eleştirme ve bireşimlerine varmayı amaçlama şeklinde görülmüştür. Hem şiirin sanatsal değerinden bir şeylerin kaybolmaması ve hem de kitlelerce anlaşılabilmesi gereklidir. Sınıflı toplumlarda gerçek bir sanat eğitimi yoktur ve sanat insanidir. Egemen sınıfın eğitiminin baskın oluşu, özünde şiire ters düşmektedir. Şair, her şeye rağmen kitlelerle olabildiğince yakınlaşmalı ve anlaşılmalıdır.

1980 sonrası şiirin iyi anlaşılamadığı varsayımıyla eleştiri mekanizmasının yeterince işletilip işletilmediği konusunda neler söylenebilir? Bu eleştiri noktasında 1980 sonrası şiirine gösterilen tepkiden çok, egemen şiire olan tepkiyi algılamak daha doğru olacaktır. Bireyin kapitalist ilişkiler bütününde kendisini son derece yalnız ve yabancılaşmış hissetmesi şiire de yansımıştır. Gelinen süreç içinde günümüzde ülkemizin ekonomik altyapısı sağlıklı gelişmedikçe ve buna bağlı üstyapı oluşmadıkça, tarih ve kültürümüz sağlıklı bir düşünce yapısı ile irdelenmedikçe, bu kavram kargaşaları sürecektir. 1980 sonrası şiirine eleştirmensizdir denilebilir mi? 1980 şiiri; kendinden önceki şiirleri miras almış, özümsemiş, değerlendirmiş ve kavramıştır. Ancak şair, Babıali’de üç engelle karşı karşıya kalmıştır; 1.Yeteneğin gösterisi, 2. Sadece büyük şairlerin önemli olması, 3. Hesaplaşma içinde olma. 1980 şiiri, genel bir hesaplaşma içinde olmuştur, kendisinden öncekileri severek eleştirmiştir. Oluşturulan baza iki açıdan yaklaşmak mümkündür; 1. 1980’in tarihsel baskısına fazla boyun eğme, 2. Şiiri şair olarak okuma, izleme ve şairin şiirini anımsama.

“Şiirle resmi ideoloji arasındaki ilişkinin netleştirilmesi, şiirin ve sanatın kitlelerle arasındaki kopukluk üzerine düşünceler, ortak tepkinin şiirsel sonra da toplumsal yanı açısından neler söylenebilir?” konusuna gelindiğinde; 1940’lı yıllarda Cumhuriyet ideolojisinin heyecanıyla bir edebi dergi altında bunun yapılabildiğini söylemek mümkündü. 1980’li dönemde şair kendi dramını yansıttı şiirlerine, bu durum aynı zamanda toplumsal dramdan da uzak değildi. Şairin önce kişiliğini kanıtlaması, sonra o kişiliği aşarak ve sonrası aşamada onu da yok etmesi yaklaşımı geçerliliğini korumaktadır. 1980 sonrasından günümüze genç kuşağın depolitize edilmesi, bir bakıma resmi ideolojinin oluşturulmasını getirmiştir. Yaşanan bu apolitik ortam, dinsel, dinsel - etnik kökenli bir etkileşimi de beraberinde getirerek, insanlara bir baskı unsuru yaratmış ve dinsel misyonlu şairler yandaş sermayelerinin körüklediği dergilerde ve medyada boy göstermişlerdir. Sözlü edebiyat yazılı edebiyata dönüşeceği yerde bir noktada araya televizyon girmiş ve okuma alışkanlığı yok edilmiştir. Bilim ve sanat resmi kurumların dışında gelişerek, devlet üniversitelerinde bunun oluşması zorlaşarak vakıf üniversitelerine kayılmıştır. Devlet üniversitelerinde de yönetimler hükümet durumunda olan siyasi partilerin egemenliğine geçmiştir. Holding dergileriyle demokrat ve çağdaş entelijansın kırılması için çaba gösterilmiştir ve böylelikle resmi ideoloji oluşturulma yoluna gidilmiştir. Bir bakıma da 1980’den sonra edebiyat magazinleşerek medya ve holdinglerin dergi çıkardıkları bir alan oluşturulmuştur. Şiir ve şair de bu ortam içinde hapsedilerek egemen çevrelerin istedikleri biçimde güdülenmiş istenilenleri yapmaya zorlanmışlardır.

resimlerim-44

BULUTLARIN AKŞAM HALİ
Sefer ÖRÇEN (yağlı pastel,24x34cm.,2004)
Posted by Picasa