Günün Sözü

N.Donald Walsch’ın bu güzel sözü, yaşam felsefemize ışık tutabilir;

“ Ne kazandığın başarılarda takılı kal ne de hatalarında ısrar et. Bunların yerine tekrar başla;şimdinin en değerli anında yeniden başla “

N.Donald Walsch, 1943 yılında doğmuş olan ABD'li bir yazar olup, "Conversations with God" adlı eseriyle ünlüdür.

Resimlerim-30

DÜŞ BAHÇESİ
Sefer ÖRÇEN (akrilik, 2007, 8x14cm.)
Posted by Picasa

Resimlerim-29

DÜŞ BULVARI
Sefer ÖRÇEN (yağlı pastel, 2004,24x34cm, Şener Teoman Koll.)

Cumhuriyetten Günümüze Bilim ve Teknoloji Politikaları


1.BİLİM ve TEKNOLOJİ

a. İnsanoğlu’nun doğayı tanıması,
b. Doğa ile iç içe yaşama, hayatta kalabilme ve daha iyi yaşayabilme,
c. İlkel kesici aletlerin, ateş ve barutun keşfi, ateşli silahların yapılması,
d. İnsanın yaşadığı doğayı keşfi (yaşadıkları ortamlar). doğanın kurallarını öğrenme ve onunla mücadelesi, bilgi birikimi,
e. Çağlar boyunca bilgi birikiminin katlanarak büyümesi-araştırmalar ve uygulamalar,
f. Sistematik bilginin oluşumu (Bilim),
g. Bilim ve insan ilişkisi, nitelikli insan gücünün oluşturulması,
h. Devlet olgusu ve Bilim Politikalarının gündeme gelmesi,
i. Bilim ve Teknoloji Üretimi

Saptama: Yunan Uygarlığı’ndan günümüze geçen 2500 yıllık dönemde, dünya nüfusu 50, uygarlıkların kullandığı bilgi 10 milyon kat artmıştır.


BİLGİ TOPLUMLARI

Eğitim yoluyla bilimsel düşünceyi yaşam tarzı kabul eden, toplumsal refahı en üst noktaya taşıyan, uluslararası ticari rekabette önemli yeri olan toplumlar --- “Bilgi Toplumları” ------- özellikle elektronik, optik vb. teknolojiler bütünü.

Bilim ve teknoloji üretiminin boyutları; ülkelerin başarılarını gösteren en önemli gösterge ve ekonomik büyümenin değerlendirilmesinde en güvenilir parametreleri oluşturmaktadır.

BİLİM

Bilim (Science) e ilişkin çeşitli tanımlar:

1. Bilim, neyin ne olduğunu tanımlamaktır (Einstein),
2. Bilim, özgür arayış ve eleştiri içeren bir etkinliktir (Yıldırım, 1997),
3. Bilim; bazı olgu veya olay kategorilerine ait iyi düzenlenmiş bilgiler bütünüdür (Meydan Larousse),
4. Bilim; yasarla uygun ve/veya da deneysel yöntemlerle doğrulanmış belirli olgu, konu ya da olay kategorilerine ilişkin bilgileri bir araya getiren tutarlı bütündür (Büyük Larousse),
5. Bilim, nesnel dünyayı ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır (Ana Britannica),
6. Bilim, bilinmeyenleri bilinir kılma çabasıdır.
7. Doğru düşünme, sistematik bilgi edinme sanatıdır.

Ülkemizde bilgi sözcüğü, İngilizce’de de üç ayrı anlam taşıyan data, information
knowledge sözcükleriyle aynı anlamda kullanılmaktadır. Ayrıca data yerine “veri” sözcüğü kullanılmaktadır. Veri, ölçüm sonucu elde edilen veya belirlenen gerçekleri ifade etmektedir. Knowledge, okuma dahil farklı yollarla edinilen veya öğrenilenlerin tümüdür (malumat). Enformasyon (information), verinin kendi ilişkileri ilişkilerinin kurulması ve düzenlenmesi sonucunda elde edilmektedir. Bilimsel bilgi türündedir.

TEKNOLOJİ

Teknoloji sözcüğü; Technikos : Sistematik olarak işlem yapma, Logia: Sanat, Bilim sözcüklerinden türemiştir.

Teknoloji tanımları:

1. Teknoloji, yararlı ürünler üretmeye ve yeni ürünler tasarlamaya yarayan bilgiler bütünüdür.
2. Teknoloji, girdileri çıktılara dönüştüren tüm fiziki süreçleri ve bu dönüşüme paralel gerçekleşen toplumsal düzenlemelerin ifadesidir.
3. Üretim faaliyetlerinde kullanılan yol ve yöntemlerin tümü teknolojidir.
4. Teknoloji, teknik bilgiler paketidir.
5. Bilim ve pratik uygulamalarından doğan teknoloji; ürün, süreç, sistem ve servislerin geliştirilmesi, tasarımı, üretimi ve uygulamasında kullanılır (Abetti, 1989).
6. Ticari bir dağer elde etmek için gerçekleştirilen bilimsel uygulamaların tümü, teknolojinin ta kendisidir.
7. Teknoloji, sanayinin çeşitli dallarında kullanılan takımların, işleme usullerinin ve metodlarının incelenmesidir (Meydan Larousse).
8. Teknoloji, teknik bilgi (know how), bilgi (knowledge), buluş (invention) ve yenilik (innovation) gibi doğrudan insan faaliyetlerinin değişik tiplerini içeren bir kısaltma olup, verimlilik, büyüme, istihdam ve rekabet edebilirlik gibi ölçülebilir ekonomik değişkenlerin açıklanmasında önemli bir rol oynar (Archibugi ve Simonetti, 1998).
9. Bilimin, pratik hayatın gereksinimlerinin karşılanmasına, yada insanın çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamaları teknolojiyi ifade eder (Ana Britannica).
10. Bir kişinin yada toplum kesiminin sorun çözme kabiliyetini oluşturan ögelerin her biri, birer teknolojidir (Titiz, 1999).

Üretilen katma değerler içindeki payına göre Teknolojiler:

1. Yüksek,orta,düşük teknoloji,
2. Uygun-uygun olmayan teknoloji,
3. İçerilmiş-içerilmemiş teknolojiler.

Teknoloji, araç ve gereç içinde gömülü bulunan, ancak kendini yeni ürün, süreç ve hizmet biçimlerinde gösteren pratik bir değerdir. Homojen ve statik bir doğaya sahip değildir.

ATATÜRK’ÜN BİLİM VE TEKNOLOJİ YAKLAŞIMI

Saptama:

Atatürkçü Düşünce Sisteminin Türk ulusunca benimsenmesi ve rehber alınması konusunda 1950’ li yıllara kadar artan ivme; özellikle dış güçlerin sömürgecilik faaliyetleriyle sinsi bir şekilde Türk Ulusu ile onun ilerici gücü olan Cumhuriyet aydınları arasına girilerek yavaşlatılmasıyla ülkemiz boyunduruk altına alınmaya çalışılmış ve son amaç olarak ta Kemalist Düşünceye ipotek konularak Cumhuriyetimizi tehdit edilir hale getirilmiştir.


* Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, evrensel değerde bir yol gösterici olarak düşüncesinde en önemli yeri oluşturan AKILCILIK (insan aklına ve bilimsel yönteme saygı), çağdaş bilim ışığında ve bilimsel bir yaklaşımla dünyaya ve evrene akıl gözü ile bakıp anlamak biçiminde algılanmaktadır.

* Mustafa Kemal ATATÜRK’ün düşünce sisteminde AKIL ve BİLİM iki temel öge durumundadır.

* Mustafa Kemal ATATÜRK’ün 1924 yılında yapmış olduğu konuşmasından “ Dünyada her şey için, uygarlık için, hayat için, başarı için, en gerçek mürşit ilim ve fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir “ sözleri çok anlamlıdır.

* Mustafa Kemal ATATÜRK, düşüncesinin oluşmasında büyük etkisi olan Avrupa’da aydınlama dönemi felsefesini, Büyük Fransız İhtilali düşünsel temelini ve Sanayi Devrimini çok iyi algılamış ve değerlendirmiştir.

* Mustafa Kemal ATATÜRK’e göre toplumlar bilim üretmelidir, bu ifadeyi en iyi “ İlim tercüme ile olmaz, inceleme ile olur ” sözleri ortayla koymaktadır. 1933 Üniversite Reformu’da bu yaklaşımın ürünüdür.

* Mustafa Kemal ATATÜRK’ün manevi mirası, ilim ve akıldır.

Varılan Nokta:

Cumhuriyetimizin her yönüyle gelişmesi ve Türk Ulusu’nun refaha ulaşması, öncelikle kendi gereksinimlerini sağlamak için üretmek ve en iyi şekilde eğitilerek bilim ve aklın ışığında teknolojiye hakim bir durumuna gelmektir.


BİLİM VE TEKNOLOJİ EKSENİNDE CUMHURİYET DÖNEMİ AYDINLANMA HAREKETİ VE EĞİTİM

* 19. Yüzyıl başları……… Orduda görülen modernleşme hareketleri.

* Tanzimat’la birlikte devlet öncülüğünde sivil kurumlara yayılım EĞİTİM alanında olmuştur.

* II.Sultan Abdülhamit’in Eğitim alanındaki “modern bilim ve teknike sahip olmak” fikri gündeme geldi.

* Osmanlı Eğitim Sistemi: Medreseler, Tanzimat sonrası sivil ve askeri okullar, Yabancı okullar ve Katolik ve Protestan ruhban okulları.

* Türklere ayrılmış eğitim, geleneksel din okulları ve batıdan örneklenmiş modern okullar.
* 20. yüzyılda Ziya Gökalp (1876-1924) başta olmak üzere Osmanlı Aydınları, Eğitimde 2 başlı nitelikte ve bağdaşık olmayan bir eğitim yapısını ortaya koydular.
Ulusal ve Cumhuriyetçi Bir Eğitim

Temel özellik: Ümmet anlayışı ve onun geleneksel-dinsel yapısına karşı,
Laik, akılcı ve modern bir nitelikte bir EĞİTİM.

“Fikri hür,vicdanı hür, irfanı hür“ kuşaklar yetiyştirmek.

* 1924’te Tevhid’i Tedrisat Kanunu (Öğretimi Birleştirme Yasası),

* İlk adım, Halifeliğe son vermek, çıkartılan yasa ile geleneksel okullar ve medreseler kapatılır. Katolik ve Protestan okulları da dahil olmak üzere tüm okullar Maarif Vekaleti’ne bağlanır.

* Dinsel eğitimden Ulusal eğitime geçiş ve 1927’de din derseleri, Arapça ve Farsça dersleri okul programlarından çıkartılırlar.

* 1927’de Halk Dershaneleri’nde eğitim ve daha sonrası Millet Mektepleri’nde yeni alfabe ile yeni halk eğitimi.

* 1930’lu yıllarda Halkodaları ve Halkevlerinin açılması.

* 1933’te Cumhuriyet, kendi üniversitesini kendisi yaratır. İstanbul Üniversitesi.

* Hitler rejiminden kaçan bilim adamlarının, özellikle Alman profesörlerin katılımı ile bilimsel yapının güçlenmesi.

* 1946’da Üniversitelere özerkliğin tanınması.

NE YAPILMALI?

Cumhuriyetin gerçek kurumları ile yapılanması çerçevesinde, nüfusun büyük çoğunluğunun kırsal kesimdeki yaşaması gerçeği göz önüne alınarak; Eğitimin aydınlığı ne yapılmalıdır ki kırsal bölgelere kadar yayılmalıdır?

* 17 Nisan 1940’ta bir yasa ile Köy Enstitüleri kurulur ve bu sorulara bu Enstitüler ile yanıt aranır.


EĞİTİMDEKİ AMAÇ NE OLMALIDIR?

· Pratikte öğretmek
· Pratikte öğrenmek
· Denemek
· Üretmek

John Dewey, bir rapor ile bu modeli sistematik bir yapıya ulaştırmaya çalışmıştır.

* 1932 yılında İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun kurguladığı İş ve Üretime dayalı bir eğitim yöntemini içeren “ İçtimai Mektepler “ kuruldu.

* Bu Mektepler, Köy Enstitülerinin fikri kaynaklarını oluşturmuşlardır.

Temel Görüş: Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “ Hayatta en hakiki mürşit ilim ve fendir” sözlerinde ifadesini bulan kalkış noktasıdır. Gerçekte, asıl olan, yaşamın Türk Ulusuna dayatmasından başka bir şey değildir.

Bu Tablo, çok partili rejime geçilmesi ve1950’li yıllarda alt üst edilir.

NELER OLDU?

* Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun duvarlarında gerdikler açılır.

* 1949’dan kalkarak okul programlarına din dersleri yeniden sokulur.

* 1982 Anayasası, 12 Eylül sonrası, “Din Kültürü ve Ahlak Öğretimi” zorunlu ders olur. Bu yaptırım altında inanç sisteminin ülkemizdeki çeşitliliği içinde bu dinsel eğitim unsurları bazı sorunları oluşturmaktadır.


GELİNEN NOKTA

Ülkemizde eğitimin tekrar iki başlı hale getirilmesi için popülist politikalarla siyasi iktidarlar sömürüye dayalı çıkar ilişkileri içinde olmuşlardır.


ÜLKEMİZİN BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DÖNEMİNDE BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

* Cumhuriyetimizin ilk yılları, Kurtuluş Savaşı sonrası ülkenin yeniden imarı ve topyekün varoluş mücadelesi.

* Sınırlı ve dar kadrolu insan gücü ile ileriye yönelik kalıcı olabilecek politikaları üretmeye çalışmak.

* İlk kalkış noktaları: Öncelikle okur-yazarlığa önem vermek, eğitimin her kademesinde nitelik ve sayısal bakımdan çağdaş düzeyi yakalamaya çalışma çabaları.

* 1923 yılı I. İzmir İktisat Kongresi toplandı. Ülkemizin sanayileşmiş ülkeler arasında almasını sağlayacak politikaların oluşturulmasına yönelik ilk kongre.

* 1923-1929 yılları arasında sanayileşme hamlesinin başlatılması için özel girişimciliğe öncelik tanınması, teşvik görmesi ve korunması (ancak özel sektörün yeterli sermaye birikimine sahip olmaması bu teşviklerden sonuç alınmamıştır).

* Atatürk’ün “ Dünyada her şey için, uygarlık için, hayat için, başarı için, en gerçek mürşit ilim ve fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir “ hedefleri, ülkemizin geleceğini belirleyecek bilim ve teknoloji tercihleri için bir temel oluşturacaktır.

* Bilim ve Teknoloji üreten yeni kurumların ortaya çıkması vebunların yaygınlaştırılması hedeflerine göre, 1933’teki Üniversitelerin yeni bir kanun ile Cumhuriyet Üniversiteleri olarak yeniden kurgulanmaları ve bazı yeni araştırma kurumları;



- Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK)(1921),
- Şeker Araştırma Enstitüsü (1932),
- Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA)(1935),
- Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK)(1957),
- Türk Standartlar Enstitüsü (TSE)(1960),
- Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK)(1963),
- PTT-Araştırma laboratuarı (ARLA)(1965),
- TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi (MAM)(1972),
- Savunma Sanayileri Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü (SAGE)(1972),
- Sümerbank Araştırma, Geliştirme ve Eğitim Merkezi (SAGEM)(1972),
- Savunma Sanayi Müsteşarlığı (SSM)(1986),
- Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV)(1991),
- Türkiye Bilimler Akademisi (TUBA) (1993).

* Yurtdışında yüksek lisans yapmak üzere öğrencilerin okutulmasına ilişkin 1416 sayılı Kanun Atatürk’ün mirasıdır. Bu yol ile Cumhuriyet’in ilk bilim insanları olarak bu gençler, geleceğe yönelik teknik ve bilisel konularda raporlar oluşturmuşlardır.

* 1929 yılında tüm ülkeleri etkisi altına alan “Dünya Ekonomik Krizi” ülkemizi de etkilemiş ve özel sektör çizgili sanayi oluşumlarının başarısız olması nedeniyle “devletçi politikalara ağırlık verilmiştir.

* 1933 I. Sarayi ve 1936 II. Sanayi Planlarına dayanılarak Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) ile Devlet İktisadi İşletmeleri kurulmuştur. 1933 ‘te Sümerbank, Devlet İmalat Sanayii’nin ilk örneklerindendir.

* Yeni demiryolu güzergahların oluşturulması ve karayollarında yapılan iyileştirmeler ile yeni fabrikaların kurulması.


2. 1938-1950 YILLARINDA BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

* Atatürk’ün ölümünden 50’li yıllara gelindiğinde, Bilim ve Teknoloji politikalarının gereği başlatılan ilk alt yapı oluşumlarına yeterince sahip çıkılmamıştır. II. Sanayi Planı, 2. Dünya Savaşı koşulları nedeniyle uygulamaya konulamamıştır.

* Yeni konulan Varlık ve Muamele Vergileri gibi vergiler, teknoloji üretiminden henüz yoksun olan sanayinin gelişmesini durdurmuştur.

* Teşvik-i Sanayi Kanunu 1942 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır.

* 1946’da 4936 sayılı Üniversite Kanunu ile çok sayıda üniversite mensubu yurt dışında araştırma ve eğitim yapma olanağı bulmuştur. Üniversite sayısı üçe çıkmıştır.

3. 1950-1960 YILLARI ARASINDA BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

* ODTÜ, Ege ve Atatürk Üniversiteleri kurulmuştur. Üniversitelerden mezun elemanların, özel sektördeki iş olanaklarıyla kurulan sağlıklı ilişkiler, teknoloji transferi politikaları için olumlu bir durum oluşturmuştur.

* Özel sektörü destekleyici “Türk Sanayi Kalkınma Bankası” nın kurulması.

* Sistemli bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturulamamıştır. ABD’den sağlanan Marshal yardımlarının kullanılması, ABD ve bunun gibi bazı ülkelerin önerileri ve kredi verme taleplerinin olması.

* 1958’li yıllardaki yeni ekonomik krizin ortaya çıkmasıyla yeni bilim ve teknoloji politikalarının üretilmesi olanaklı olmamıştır.

4. PLANLI DÖNEM BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

* 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) faaliyete geçti (ilk plan 1963).
1960-1979….İthal ikamesine yönelik politikalar,
1980-2000….dışa açık ihracata yönelik sanayileşme politikaları.

* Sermaye-Teknoloji-Yetişmiş İnsan potansiyeli üç ana unsuruna yeterli derecede sahip olmayan ülke, İthal Teknoloji’ye dayalı asanayileşme modelini seçmiştir.

* DPT planları, 1963’ten 1996’ya kadar yedi adet Beş Yıllık Planı devreye soktu, Ar-Ge ile bilimsel ve teknoloji politikalarına yeni bir bakışın getirilmesine çaba gösterildi.

1. Plan Dönemi (1963-1967)

* Tarım ve Sanayi de dengeli bir gelişme döneminde dışa bağımlılık azaltılmaya çalışıldı ve istihdam artışının gerçekleştirilmesi hedeflendi.

* Yüksek öğretimde öğretim üyesi ve araştırıcı sayısını arttırmak için, montaja dayalı olmayan özgün teknoloji üretimine yönelik olarak 3000 doktora öğrencisinin yurtdışında öğrenim yapması düşünülmüş ancak 500 kişi gönderilebilmiştir.

* Bu plan döneminde, ülkemizde bilimsel ve teknolojik araştırma yapmak ve yeni politikalar üretmek için 1969 yılında TÜBİTAK‘ ın kurulmasına karar verilmiştir.

* Sanayi yatırımlarının sınırlı da olsa devreye girmesiyle, belli eğitim kuruluşları ve merkezler oluşturulmuştur (1965 yılında Milli Prodüktivite Merkezi) (MPM).
2. Plan Dönemi (1968-1972)

* DPT kamu kaynaklarının sanayicinin gereksinimleri olan uygulamalı araştırmalar yerine temel akademik nitelikteki araştırmalara yönelmiştir.

* Üniversiteler yapmaları gereken Ar-Ge faaliyetleri yerine, temel araştırmalara yöneldiler.

* Sanayi bir derecede tarımın önünde olup, aramaların üretimi yapılmıştır.

* Yurtiçinde 2000 gencin eğitilmesi planlandı. Özel sektörde Ar-Ge faaliyetleri deseeteklendi, TÜBİTAK yeni Ar-Ge birimleri kuruldu.

* Belli bir amaca yönelik teknoloji transferi yapılmamıştır.

3. Plan Dönemi (1973-1977)

* İleri teknoloji sanayileşme için şarttır, teknoloji transferini sağlayacak, teknolojik buluşları sağlayacak, bilgi akışını yürütecek ve teknolojinin yurt içinde üretilmesini sağlayacak gerekli alt yapı bulunmamaktadır.

* Yüksek öğretimde gerekli araştırmaların yapılması için olanakların sınırlı olması ve yetişmiş insan gücünün olmaması, ithal edilen ileri teknolojilerin ülke şartlarına uyarlanmasını olanaksız kılmıştır.
* 1975 ve 1976’da yeni üniversiteler açılmıştır, yeni doktora öğrencilerinin yurt dışına eğitilmek üzere gönderilmesi tekrar gündeme alınmış ancak, daha önce ilk 2 plan döneminden gidenlerin büyük bir bölümü yurda dönmemiştir.

* AET ‘ye katılma dışa açılma, dış rekabete hazırlık, kamu öncülüğünde hızlı büyüme ve özel sektöre dayanıklı tüketim mallarının üretilmesinin teşvik edilmesi hedeflenmiştir.

* Planlı, teknoloji ithali ve transferi ve de yabancı sermayenin girmesi hedeflenmiştir. Başarı sağlanamamıştır.


4. Plan Dönemi (1979-1983)

Bu plan döneminin ana konuları (DPT, 1979):

* TUBİTAK’ ın bilim ve teknoloji politikaları konusunda beklenilen katkıyı koyamaması,

* Ar-Ge faaliyetlerine ayrılan kaynakların yetersizliği ve GSMH oranına düşüklüğü,

* Ar-Ge kuruluşları ile sanayi arasında organik bağın kurulamaması,

* Sanayi politikalarının yönetiminde kurumlararası eşgüdümün sağlanamaması,

* Teknolojinin ivedi bir şekilde özümsenmemiş olması,

* Paket teknolojiler yerine Aranan teknolojilere ağırlık verilmesi .

Ağır kriz dönemi için “24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları” devreye sokulmuştur.
5. Plan Dönemi (1985-1989)

* Ar-Ge faaliyetlerinin önceden belirlenmiş hedeflere yönlendirilmesi teknoloji transferi ve seçimi çalışmalarına ağırlık verilmesi,

* Dünyadaki tekno-ekonomik değişim eğilimine bağlı olarak hızla ticari boyutu ön plana çıkan bilgiye dayalı yeni ekonomik yapının oluşturulması,

* Atılan adımlar; otoyol inşaatları, yeni teknolojik donanımın kurulması, bazı enerji santrallerinin kurulması, alt yapının güçlendirilmesi.

* 92 adet birincil öncelikli ve 92 adet ikincil öncelikli teknoloji alanları belirlenmiştir: enerji, entegre devreli cihaz, mikro donanımın yazılımı, sanayide performansın arttırılması, kaliteli çelik alaşımları, tarımda üretim gibi temel konular.

* Saptamalara rağmen, ülkemizde geleneksel emek-yoğun teknolojilerle sanayi üretiminin gerçekleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

* KİT’ler özelleştirilememiştir.

6. Plan Dönemi (1990-1994)

* “ Bilgi Toplumu “ olma yolunda; 10.000 kişiye düşen araştırmacı sayısının 15’e çıkarılması ve Ar-Ge harcamalarının GSMH’nın %1’ine çıkarılması temellerinde “ Bilim ve Teknoloji Hedefi” belirlenmiştir, “ Türk Patent Enstitüsü Kanunu “ çıkarılmıştır.

* “ Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu “ na işlerlilik kazandırmak, bilgi ağlarıyla iletişimin en üst düzeye çıkartılması için Bilgi Teknolojilerinin rekabet gücünü oluşturan “ Yazılım Endüstrisi” nin oluşturulması planlanmıştır.

* Türk Ekonomisinin içine girdiği krizin aşılması için 5 Nisan 1994 Kararları alınmıştır. Bilim ve Teknoloji politikalarının oluşturulması önemli ölçüde ertelenmiştir.

* “Küreselleşme” sürecine girilmesi sonucu önemli beklentilerin olduğu ”Yazılım Sektörü” oluşturulması hedefine ulaşılamamıştır.

7. Plan Dönemi (1996-2000)

* Bilim ve Teknoloji Projeleri Atılım Projesi oluşturulmuştur ve 20 proje öngörülmüştür.

* Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu, 1997 toplantısı: Ulakbim projesi, Bilgi Otoyolları altyapı projesi, KOBİ’lerin geliştirilmesi.
* Ulusal Akademik Ağ’ın kuruluşu ve 2000 yıılında 75000 öğretim elemanının istihdamı öngörülmüştür ve hedefe ulaşılamamıştır.

* Üniversite-Sanayi-Devlet işbirliği konusunda gelişmeler sağlanamamıştır.

* Türkiye Akreditasyon Kurumu (TÜRKAK) kurulmuştur.

* Üniversitelerde akademik personelin Ar-Ge faaliyetlerine katılımının sağlanmasına yönelik yasal düzenlemeler yapılamamıştır.

8. Plan Dönemi (2001-2005)

* Plan hedefleri: Bilgi toplumu haline gelinmesi, fiziki, insan ve hukuki altyapıların geliştirilerek bilimsel ve teknolojik araştırma düzeyinin yükseltilmesi, Ar-Ge faaliyetlerine ayrılan payın %1.5 düzeyine yükseltilmesi.

* Öncelikli alanlar: Biyoteknoloji, gen mühendisliği, yazılım, bilgi ve iletişim teknolojileri, yeni malzemeler, uzay ve bilim teknolojileri, nükleer teknoloji, denizlerden ve denizaltlarından yararlanma teknolojileri, temiz enerji teknolojileri.

* Teknoloji Geliştirme Bölgeleri, Üniversite-Sanayi Ortak Araştırma Merkezleri ve Endüstri Parklarının kurulmasına ilişkin düzenlemelerinin yapılması.

* Yerli kaynakların harekete geçirilmesi ve verimli kullanılarak yerli üretimin arttırılması hedefi.

BİLİM VE TEKNOLOJİ YÜKSEK KURULU (BTYK)

1983 yılında Türk Bilim ve Teknoloji Sistemi içinde en üst düzeyde politikaları belirlemek için kurulan bir organdır.

Görevleri:

* Uzun erimli bilim ve teknoloji politikalarının belirlenmesinde hükümete yardımcı olmak,
* Ar-Ge hedeflerini belirlemek,
* Ar-Ge alanlarını belirlemek,
* Ar-Ge kuruluşlarını belirlemek,
* Özel sektörle ilgili teşvik edici ve düzenleyici olmak,
* Araştırıcı insan gücünün yetiştirilmesine yardımcı olmak,
* Özel kuruluşları Ar-Ge merkezleri kurma konusunda yönlendirmek,
* Sektörler arasında korelasyonu sağlamak.

TÜRK BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME

* 1923-1938’li yıllar arasında Atatürk’ün çağdaş Üniversitenin kurulması ülküsü ve reformları temelinde sınırlı koşulları en iyi şekilde değerlendirerek bilim ve teknoloji politikalarının hedeflerinin ortaya konulması başarıyla uygulanmıştır.

* DPT ve TUBİTAK’ ın kurulmasıyla birlikte oluşturulan plan ve projeler ile istenilen bilim ve teknoloji birikimi sağlanmaya çalışılmıştır.

* Türk Bilim Politikası 1983-2000 Yıl Belgesi’nde ilk olarak bilim politikaları ana hatlarıyla ortaya konulmuştur. Siyasi iradenin politikası ve kurumsal altyapı yetersizlikleri nedeniyle uygulamalara gidilememiştir. Ayrıca BTYK’da gerekli koşulların sağlanamadığı görülmektedir.

* 1989’da SSCB’nin dağılımı ve Doğu Bloku ülkelerinin çözülmesi sürecinde binlerce nitelikli bilim adamının ülkemizde istihdamının sağlanamaması nedeniyle büyük bir tarihi olanaktan yararlanılamamıştır.

* Ar-Ge yardımlarının koordine edilmesi için destek istenilen projelerin kabulü ve kaynakların tahsisinde Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) nın olumlu katkıları olmuştur.
SONUÇLAR

* Özellikle Atatürk’ün ölümüne kadar yapılmış olan ulusça verilen topyekün varoluş mücadelesi içinde, bilim ve teknoloji politikası bağlamında, sınırlı sayıda gelişmiş insan gücünü oluşturan, yurt dışına eğitim için gönderilen genç araştırmacıların ülkemize döndüklerinde katkıları oldukça fazla olmuştur.

* 1938-1950 yılları arasındaki dönemde, yine 2.Dünya Savaşı’nda Nazizm’den kaçarak ülkemize gelen çoğunluğunu Alman bilim insanlarının oluşturduğu potansiyel ülkemizde bilim ve teknoloji politikalarının oluşturulmasında önemli katkıları olmuştur.

* 1950-1960 yılları arasındaki çok partili rejime geçiş ve DP iktidarının yönetime gelmesiyle, özellikle ABD ve Avrupa kökenli dış mihrakların; ülkemizdeki gelişimi baltalayıcı ve tamamen dış sermaye odaklı yapılanmalara çanak tutucu biçimde ithal teknolojilere ve montaj sanayiine güdümlü bir sanayileşme politikasının gerçekleştirilmesine yönelik uygulamaları çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tehdit edici oyunlarla sahneye koymaya başlamışlardır.

* 1960-1980 yılları arasındaki süreçlerde, dünya ölçeğindeki ekonomik krizlere koşut olarak, dışa bağımlı ve tamamen hazır teknoloji ithaline ulaşabilmek için sadece planlar aşamasında kalan bilim ve teknoloji politikalarına üretmeye yönelik çabalar gösterilmiştir.

* 1980’den günümüze kadar gelinen süreçte ise, ülkenin dışa bağımlı ekonomi politikalarla, tamamen ABD ve gelişmiş ülkelerin güdümünde, yeni teknolojilerin üretiminden çok uzak, bilim ve teknoloji politikaları için yapılan ve hayata geçirilemeyen planlarla uyutma politikaları izlenerek hiçbir sonuca ulaşılamamıştır.

* Siyasi iktidarlar, son gelinen noktada gerçekte bilim üretimi üzerine kurulmuş olan üniversitelerimizin gelişimini bir bakıma engelleyerek, oluşturdukları yeni vakıf ve özel üniversitelerle, tamamen dışa bağımlı sermayenin ve IMF politikalarının güdümünde kendilerinin ve dış güçlerin hizmetinde kullanma çabaları içinde olmuşlar ve Türk Ulusu’nun gelişimi ve refahı için gerekli çabaları göstermemişlerdir.

* Yetişmiş insan gücü olarak, dış ülkelere gönderilmiş olan araştırmacılar ve öğretim üyelerinin çalışmalarını tamamlayarak geri dönmeleri, bilim ve teknoloji politikalarının oluşturulmasına katkıları beklenirken, bunların büyük bir çoğunluğu dış ülkelerden yapılan cazip teklifler ile dış güçlerin boyunduruğu altına girmişler ve bu durum da, dünyamızın Küreselleşme histerisi içinde bulunduğu kaotik dönem içinde ülkemize atılan büyük bir kazık olmuştur.

* Son noktada, ABD ve gelişmiş ekonomiye sahip batı ülkelerinin acımasızca ülkemizde oynadıkları ve hala oynamaya devam ettikleri oyunlarla, ülkemize özgü bilim ve teknoloji politikaları oluşturamaz durumda bir konuma gelinmiştir.




























Cumhuriyet Aydınlığının Düşünsel Kökenleri

Anadolu insanının büyük önder Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde emperyalist güçlere karşı vermiş olduğu bağımsızlık mücadelesinin bir ifadesi olan Ulusal Kurtuluş Savaşımız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve yeni bir ulus ile misaki milli sınırları içinde çağdaş yeni bir devletin kurulması 84. yılına ulaştı. Türkiye Cumhuriyeti aydınlığı, bize dünya ülkeleri arasında çağdaş ve saygın yerimizi almamızda önemli bir ışık olmuştur.

Bugün sizlerle Cumhuriyet aydınlığının düşünsel temellerinin tarihsel gelişimi içinde nerelerde kadar indiğini, Türkiye topraklarında yaşayan soydaş insanlarımızın tarihin kaynaklarından yoğrulmuş olarak bağımsızlık, kurtuluş ve varoluş savaşında omuz omuza bu yurdu emperyalist güçlerden temizleyerek, bizlere yani Cumhuriyet nesline ebediyete kadar emanet edildiği bilinciyle paylaşmak istiyorum.

Sizlere aktarmak istediğim,tarihsel gelişimi içinde Orta Asya yurtluğundan Anadolu’ya özgür ve bağımsız soydaş toplulukların özellikleri çerçevesinde yaptıkları ve yaşadıklarıyla birlikte Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine değişimin irdelendiği bir çerçeve çizerek, bazı varılan noktaları açıklamaktır.

Öncelikle bazı saptamaların altını çizerek sunumuma başlamak istiyorum

* Türkiye’de Ortaçağ Tarihçiliği - -> büyük bir siyasi ve ideolojik mücadelenin arenası durumundadır.

* Osmanlı İmparatorluğu - -> saltanatçı – ümmetçi feodal bir tarih anlayışına sahiptir.

* Osmanlı uleması - -> askeri bir hakim sınıfın mensubu (aynı zamanda maaşlı görevliler grubu) durumundadır.

* Osmanlı’daki vakanüvisler - -> Nizam’ı alemi korumaktan başka bir görevleri olmayan kişiler.

* Ortaçağın “ Dasıtan-ı Tarih-i al-i Osman “ ın kumaşı dinsel doğmatizmden dokunmuştur.

* Osmanlıda Ulema, tarihin akışı, sebep ve sonuç ilişkileri ilahi kudrete atfederek aramıştır.

* Osmanlı Türklerinin İslam kültürüyle kuvvetli bütünleşmesi sonucunda, Türklerin İslamiyet öncesi geçmişi ve Asya’ya ait kökenleri ve güçleri hafızalardan silinmiştir.

* Türk toplumunun tarihini bilmek gereksinimi = Osmanlı Padişahlarının soy ağaçları ile özdeşleştirilerek karşılaştırılmaktaydı.

* 1800’lerde emperyalist Batı’nın Oryantalizmi (Şarkiyatçılığı) Avrupa merkezci olup, Türk tarihi de sömürgeleştirmeye yönelikti.

* Oryantalizmin bir dalı olan Türkoloji’de bakış açıları:

- Türklerà 11.yüzyılda İslam alanına girmeden önce sadece savaşçı ve yıkıcı bir güç olarak algılanıyordu.

- Eski ile Osmanlı arasında bir süreklilik bağının olması ve bunun Osmanlı’da algılanması ise hikayeci bir tarihçilik olarak Bizans ve İslamın yanında küçücük kalmıştır.

-Osmanlı’nın soyunun dünya hakimi gibi gösterilmesinin bir ifadesi olan saltanatçı-ümmetçi vakanüvisliğe karşı Oryantalizm- -> dörtyüz yıl boyunca Batı’nın Osmanlı yayılmacılığı tehdidi altında yaşamış olmasının intikamını almak için, Türkleri Avrupa’dan hatta Anadolu’dan uzaklaştırmak gibi bir büyük planı hayata geçirme konusunda büyük bir mesafe kat etmiştir..

Bu saptamaların ışığında bir değerlendirme yapıldığında; Türk tarihi ve ulus olabilme bilincinin oluşmasına yönelik bazı düşünce ve tezlere yönelindiğinde;

* Yusuf Akçura’nın (1903’te Paris’te sunduğu Türk-Osmanlı Tarihine ilişkin görüşler olan doktora tezi) etnik unsura dayalı bir Türk Milleti ve milli devlet düşüncesi dikkat çekmektedir. Bu düşünceye yönelik olarak; “ Türklerin ataerkillik,toprakta ortak mülkiyet, topluluğun şefi olan “Han”ın kişiliğinde çok büyük, ancak yasa ve törelerle sınırlanmış bir iktidarın ve aynı zamanda bir aristokrasinin varlığı”, aynı zamanda bunları Orta Asya göçebe yaşantısı içindeki özellikler olarak değerlendirmek gerekir. Bu özellikler bir bütün olarak İslam kültürü içine taşınmışlığı ve Osmanlı’ya kadar uzanması konusu içinde yaptığı değerlendirme ile Akçura’nın, Osmanlı tarih yazıcılığındaki ana unsur olan dini idealizine ve Türk tarihinin İslamiyet öncesi yok sayılması gerçeğine değinmiş olduğu, aynı zamanda Oryantalizmin Türkler için dış etkileri esas alan barbar yıkıcı olduklarına ilişkin görüşlere de karşı bir yaklaşımı ortaya koymaktaydı. 19. yüzyıl Batı antropolojisinde, Osmanlı imp.luğu ile Orta-Asya’daki bağlantı algılanmış, ancak bu ilişki tamamen etnik düzeydeki bir devamlılık olarak alınmış ve yer yer de ağırlık verilerek ırkçılık öne çıkarılmıştır. Yine Akçura’nın etnik bir yapıyı terk edip sosyo-ekonomik bir temele dayanan devamlılığı savunması Batı oryantalizminin görüşüne bir çıkış olarak değerlendirilmiştir.

* Milli Kurtuluş Savaşı ve Yeni Türk Devletinin Kurulması ile Yeni siyasal, kamusal, toplumsal ve düşünsel ortamın oluşması; Akçura’nın tezlerini daha da derinleştiren tarihçi ve devlet adamı Fuad Köprülü tarafından Türklerin tarihinin evrimine daha bütünsel bir bakış ile daha iyi algılanabilmektedir.

Fuad Köprülü’ye göre;

* Oryantalist ve feodalist tezlere karşı bir tepki olarak Osmanlı İmp.luğunun kuruluşu sorunsalı üzerine yoğunlaştırılmış bir yaklaşım; dörtyüz çadırlık bir aşiretin maddi temelinden, cihangirhane bir devletin ortaya çıkması ve de Bizans kurumlarının taklidi ile bu yapıya ulaşılamayacağı düşüncesiyle “daha önceleri ne vardı ? sorgulaması ile bir yaklaşımın yapılması gereği ortaya çıkmıştır.

* İlk çıkış noktası, Anadolu Selçukluları ve onların ardındaki Büyük Selçukluların (ya da İran Selçukluları) sosyo-ekonomik yapılarındaki hukuk, vergi sistemleri ve teşkilatlarını içeren amme hukuku, bir karşılaştırma yapıldığında İslam amme hukukunun basit bir yinelenmesi değildir. Bu yönüyle Türklerin İslamiyet dışında kendi “amme hukuku” oluşturmaları , uygarlığa geçiş ve devletleşme yönünde bir adım olarak değerlendirilebilir.

* Orta Asya Türkleri ile Anadolu Türk Uygarlığı arasındaki devamlılık, İsa’dan sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan büyük coğrafi yer değiştirmeler boyunca uzanan iç evrim ve sosyal farklılaşmalarla şekillenmiştir.

* Bu şekillenmede göçebe hayatın çetin zorluklarından kaynaklanan ve bu topluluklar arasında oluşan asalet ve köken ilişkisi ile oluşan hiyerarşi, bir “askeri aristokrasi” nin yönetiminde devletlerini kurmuşlardır.

* Osmanlı İmp.luğunun kuruluşunu anlamak için, sosyal evrimi içinde içsel ve belirleyici durumda olan ekonomik temel ve üstyapı gerçeğinden kalkarak bir bakıma toplumun devleti belirleyiciliği konusu gündeme gelmiştir.

* Anadolu Selçuklu Devleti, 13. yüzyıl Anadolu Türk Toplumunun “ siyasi bir ifadesi” olarak alınmalıdır.

* Mustafa Kemal Atatürk, son tahlilde Osmanlı Devletinin milletin esareti üzerine kurulduğunu belirtmiştir. Devlet nitelikleri itibariyle Osmanlı Devleti, mutlakiyetçi, zalim, keyfi ve ne yaptığını bilmeyen bir konumda algılanmıştır. Milletten zorla sopa ile vergiler alınmış ve paralar debdebeli bir yaşam için kullanılmıştır.

* Türk Devriminin düşünürleri, dinin sınıfsal ve ideolojik anlamını da görerek, ruhani zümre ile feodalizm arasındaki bağı açıkça ortaya koymuşlardır.

* Batı Türkolojisinde Orta Asya Türklerine “yönetici millet”, “ asker millet “, “ ordu-millet” gibi özellikler misyonu verilerek, tarih dışına çıkılarak etnik bir belirleyicilik vizyonu verilmiştir. Kapitalizmin, Osmanlı Devleti içindeki Türk ve Müslüman olmayan halklar arasında aşırı kutuplar oluşturarak, bu unsurları Osmanlı’ya karşı ayaklandırarak ve Osmanlı’nın da bu oyun içinde bu ayaklanan unsurlara karşı acımasız saldırıları sonucunda bir bakıma da kendi yok oluşunu hazırlamış olduğu söylenebilir.

* Türk milliyetçiliği Kemalist anlayışı içinde; öncelikle M.Kemal Atatürk’ün zorunlu olarak istilacıları yok edebilmek için Osmanlı’nın yönetim mirasından yararlandı ve bu kadroları örgütledi ancak bu yapılanma “devleti kurtarmak” amacıyla oluşturuldu, gerçek devrimci program açıklanmadı, bir başka yönde sömürgeciliğe karşı Türklerin kendi topraklarında yepyeni bir oluşumla kendilerini yönetebilecekleri siyasi bir gelişmişliklerini göstermek için, son olarak ta eski kökeni bağlı olarak Türkçülük düşüncesi salt etnik bir zemine doğru bir eğilim göstermiştir.

* Türk Tarih Tezi sonuçta, Anadolu ve Trakya topraklarında ilkçağ kültür ve uygarlıklarına sahip çıkan (Orta Asya kökenliğini düşünmeden) hümanist bir Anadolu yurtseverliğine dönüştü.

* Türklerin Osmanlı öncesi tarihi, gayri feodalliğin, sınıflarüstü ve adil bir otoritenin bir cihan imparatorluğuna ulaşması gibi bir seyir izlemiştir.

Selçuklular ve Selçuklu döneminde Anadolu

* Türk kökenli felsefecilerin gerek dünya düşüncesi tarihine gerekse İslam kültür çevresine felsefi ve bilimsel bakımdan katkıları olmuştur. Bu kapsamda doğa bilimleri, matematik, astronomi, felsefe, tasavvufa olana katkılar, diğer yandan girmiş oldukları yeni ortam ve aleme (ki burada göçebe yaşam kabile biçiminde sınıfsız bir toplum yaşamının temel etkisi sürmektedir) muhalefet olarak sosyal ve inançsal tepkiler, Batinilik, Alevilik, Melamilik ve her türden halk söylemleri bir gelenek olarak süregelmiştir.

* Selçukluların iskan politikası, devletleşme yapılanması içinde soydaş gelenekleri de hesaba katarak kitlenin parçalar halinde iskanını sağlar biçimde sofi tarikatları ile Ahi örgütlerinin oluşumuna da neden olmuştur.

* 13. yüzyılda iyice yoksullaşmış Anadolu köylüsü, Moğol istilasından kaçan ve Anadolu’ya gelen Horasan erlerinden ve dervişlerinden etkilenmişlerdir. Örnek olarak Baba İshak’ın Türkmenler içindeki etkinliği ve Malatya ahalisinin isyanı ve isyanın zorla önlenebilmesi verilebilir.

* Türkiye’deki tarikatlar içinde en etkin olanının Bektaşilik olduğu söylenebilir. Hacı Bektaşı Veli’nin 13. yüzyılın ilk yarısında Horasan’dan kalkarak Hacıbektaş ilçesinin bir Türkmen köyüne yerleşmesi ve gelişen Bektaşilik düşüncesi, medrese skolastiğine cephe alan özelliğiyle geniş halk kitlelerine yayılmıştır.

* Moğol istilasının yarattığı olumsuz etki ile düzenin bozulması, Bektaşilik, Mevlevilik gibi tarikatların kurulması ki (temel fikir tasavvuf fikri Muhyiddin İbn al-Arabi’den gelmektedir), bunların içinde Mevlana ve Yunus Emre gibi büyük tasavvuf şairleri bilinmektedir.

* Bektaşiliğin yanı sıra Babailik, Abdallık, Hurufilik, Kalenderilik, Hayderilik gibi batini tarikatların boy gösterdiği de bilinmektedir.

* Anadolu Selçuklularının resmi dillerinin Arapça ve Farsça olmasına karşın Karamanoğlu Mehmet beyin Türkçe’yi canlandırmak ve çeşitli boyunduruklardan kurtarmak yolundaki kararı da kültürel açıdan önemli bir olaydır.

* Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularının sosyal yönlü bayındırlık hareketleri, çeşitli medreseler, sosyal yardım kuruluşları ve tıp merkezleri oldukça dikkat çekicidir. Özellikle tıbba verilen önem ön plana çıkmaktadır. Bu kurumları Osmanlılar da örnek alacaklar sınırlı da olsa geliştireceklerdir.

* Selçuklu yönetimindeki coğrafyada yarı-göçebeler ve tüm yerleşim birimlerindeki nüfus dikkate alındığında Türklerin çoğunluğunun yer aldığı bir nüfus bulunmaktadır. Özellikle şimdi de önemli kentler durumuyla yer alan egemen olarak İç Anadolu ve komşu Orta Karadeniz iç bölgelerindeki kentler, nüfus yoğunlukları ile dikkati çekmiştir. Bu kentlerdeki kültürel faaliyetler Selçuklu otoritesini yansıtırken, bunun yanı sıra Ahi geleneği etrafında çeşitli topluluklar tarafından da potansiyel bir muhalefetin olduğu bilinmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne Aydınlanma olgusu

Cumhuriyet aydınlığına ulaşmada etken olacak biçimde,diğer bir deyişle modern Türkiye’nin doğuşunda, batıcı yaklaşımıyla ilgi çekici bir dizi değişimler ve olaylar meydana gelmiştir. Bu kavşak niteliğindeki değişimleri ve olayları, 19. yüzyıl ortalarından başlayarak yada Tanzimattan başlayarak hızlanarak devam etmiş sosyal ve kültürel değişiklik, Kırım Savaşı, Rus-Türk Savaşı, Jöntürk Devrimi, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Döneminin kökten reformları olarak sıralamak olanaklıdır.

* Bu olaylar içinde Jöntürk Devrimi olgusu, oldukça dikkat çekici ve belirleyici olmuştur. 1908’lerde Jöntürk Devrimini gerçekleştiren kuşak, “Yeni Kuşak Kulübü” adı altında örgütlenmelerinde başını Prens Sabahattin’in çektiği Mizancı Murat ile Ahmet Rıza ile birlikte genç ve dinamik bir kuşağı oluşturmaktaydılar. Jön Türklerin Osmanlı İmp.luğunun ayakta kalması ve çağdaşlaşması konusunda merkeziyetçi olmayan bir yaklaşımı, yazılan makalelerde Türklerin hiç de ilerlemenin karşısında olmadıkları görüşünü vurgulamalarıdır. Tanzimat’ın reformcuları tarafından yapılan işler, bir bakıma bu genç ve dinamik harekete bir ivme kazandırmıştır denilebilir.

* Osmanlı İmp.luğunun son döneminde faaliyet gösteren modern okullar, yüksek okullar, medrese eğitimindeki birçok kuşağın bir arada bulunduğu ortamın aksine, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi aynı yaştan sınıfların olduğu ve eğitime yeni bir bakış olarak değerlendirilebilecek yeni bir ortama yönelinmiştir. Askeri rüştiye, ve Askeri idadi gibi askeri hazırlama okulları, Askeri Tıbbiye Mektebi ve Harbiye Mektebi’ne öğrenci yetiştirmişlerdir. Bu okullarda aynı yaştan öğrenciler okul düzeninde ortak deneyimler kazanarak aynı yaşamı paylaşırlar, Aydınlanma çağı yazarlarının eserlerini, Namık Kemal’in özgürlük şiirlerini, Fransız Devrimi’nin ilkelerini okurlar ve özümserler. Sonuçta bu öğrenciler bir bakıma Osmanlı Devletini despotluğa karşı korumak gibi bir ülkü etrafında biçimlenirler. Bu oluşan gerçek ortam, aile ortamından bütünüyle farklı, pozitivist inançla materyalist bakışın damgasını vurduğu, yurtsever ve liberal bir atmosfer içinde yaşanılan yeni bir ortamdır. Bu ortam bir bakıma da Abdülhamid’in otoriter rejimine karşı muhalefeti oluşturan Jön Türk hareketinin doğduğu ortamdır.

* Jöntürk Devriminin ertesinde 1911’de İstanbul Üniv. Öğrencileri Türk Ocağı derneğini kurarlar. Bu derneği 1913’te iktidardaki jöntürklerin kurduğu Türk Gücü Cemiyetinin kuruluşu izler.


* Bu okullardaki yapılanmalar ile Jöntürk hareketinin gelişmesi , İttihat ve Terakki Komitesinin işleyişini ve Kemalist sistemin yerleşmesini anlamak için bir temel oluşturmuştur. Cumhuriyet aydınlığında Türk Devrimlerinin gerçekleştirildiği 20 li yıllarda Kurtuluş savaşı ile kazanılan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kuşağı, geçmişi silip atmış bir iradenin köktenci niteliğine vararak geçmiş kuşaklar karşısında alabildiğince eleştirici olmuştur. Hedef Cumhuriyetin aydınlığında geleceği yaratmaktı.

* Osmanlı İmp.luğunda eğitim sistemi içinde Türklere ayrılan yer geleneksel din okulları ve azınlıkta olarak ta Batılı örneklerinden kalkarak kurulmuş modern okullar olmuştur. Özellikle Ziya Gökalp’ın önderliğini yaptığı eğitimin sorgulanmasında, Türklerin ulusal bilince gecikerek varışlarında, Osmanlı döneminin eğitimindeki bu bağdaşık olmama eksikliğinin payı oldukça büyüktür.

* Cumhuriyet aydınlığıyla gelen köklü değişiklikle, ümmet anlayışına ,onun geleneksel ve dinsel yapısına karşı çıkarak, eğitim laik, akılcı ve modern bir nitelik kazanmıştır. Eğitimin amacı Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişinde ifade olduğu üzere “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmektir. 1024 yılında Tevhid’i Tedrisat Kanunu ile ilk adım atılmıştır. Geleneksel okullar ve medreseler kapatılır.

* 1927’de başlayan seferberlik ile Halk Dersaneleri, Millet mektepleri, 30’lu yıllarda Halkodaları ve Halkevleri açılarak büyük bir okuma yazma ve eğitim öğretim uğraşına girilir. 1933’te Cumhuriyetin yarattığı ilk üniversite olan İstanbul Üniv. Kurulur.

Tüm Antik Yunan Klasikleri ile Doğu düşünürlerinin Klasiklerinin Türkçe’ye Çevrilmesi

Avrupa’nın Aydınlanmasında büyük rolü olan Antik Yunan düşünürlerinin eserleri tarihi gerçeklerin ışığı altında bilindiği üzere ilk olarak eskiçağ ile Yunan düşüncesinin ilişkiye girmesi sonucunda Ortaçağ felsefesi kurgulanmıştır. Yunan dünyası ile Batı dünyası arasındaki köprülerin kurulmasında dikkati çeken en önemli olgu, Yunan bilimsel ve felsefi yapıtlarının Latinceye ilk çevirilerinin yapılması ve bunun doğrudan Yunanca bilen kimsenin kalmamasından değil de oldukça derin anlamlar ve filozofi içeren kitapları anlayabilecek kimselerin bulunmamasından kaynaklanmış olması ve o zamanın doğu düşünürlerinden olan Farabi, İbn-i Rüşt ve İbn-i Sina’nın yardımları ve de felsefi algılamaları ile bunların Arap bilim adamları tarafından çevrilmeleri ve buradan da Latinceye ilk çevirilerinin yapılması, Yunan dünyası ile Batı dünyasının ilişkilendirilmesinde aracılar daha doğru bir deyişle ustalar ve eğiticiler olarak Arap İslam bilginlerinin çok büyük rol oynamasıdır. Bir bakıma Arap, Orta Asya, İran kökenli doğu düşünürleri, Yunan dünyasının sürdürücüleri ve mirasçıları olmuştur.

Bu olgu, Cumhuriyet aydınlığının içinde önemli bir yer tutarak, 1940’larda Hasan Ali Yücel’in önderliğinde yaptırılan çeviriler yoluyla Türk bilim ve felsefe dağarcığına kazandırılmıştır. Bu kazanımın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’ün Uygarlıkları tüm insanlığın malı olarak ve çoğunluğu Anadolu topraklarında yaşamış olan bu düşünürlerin eserlerine sahip çıkarak ve de onların bir bakıma da köklerimizle ilişkilendirilmesi çabalarını unutmamamız gerekir, bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda Eskiçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ Uygarlıklarının hüküm sürdüğü topraklarımızda Uygarlıklar Cumhuriyeti olma durumunu da kazanmıştır.

Köy Enstitüleri

Cumhuriyet Aydınlığının Anadolu yaylalarına ve bozkırlarına sıçratılmış kıvılcımı olarak bir bakıma Anadolu insanının yeni nesline pratikte öğretmek ve öğrenmek, deneyerek ve üretim süreci içinde aydınlanmalarını amaçlayan 17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri, dünya ölçeğinde kabul görmüş ve uygulamaları yapılmış Cumhuriyet Aydınlığının meşaleleri olmuşlardır.

Atatürk’ün Yazdığı Tarih: SÖYLEV (yada NUTUK)

Çağdaş Türkiye’nin Cumhuriyet Aydınlığının ulusal bilicimizin temel rehberi olan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bize armağanı olan SÖYLEV, Türkiye Cumhuriyeti tarihçiliğinin temel kaynaklarından birisidir. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir.Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir niteliğe bürünür” demektedir Mustafa Kemal, Kendi yaptığının tarihçisi olmak çoğu şeyi en açık bir şekilde anlatmaktadır. Mustafa Kemal ATATÜRK, Söylev ile Türk ulusunun eşsiz devriminin incelenmesinde tarihe kolaylık getirmiştir. SÖYLEV, Ulusal bağımsızlığı yüceltme; bilime ve ilerlemeye inanış; Cumhuriyet rejimine bağlılık; modernizm yada çağdaşlığa özlem; despotluğa, bilgisizliğe, bağnazlığa ve eski rejimin tüm eksikliklerine karşı duruş ve de Türk Ulusunun büyüklüğüne mutlak bir güven ideallerini taşıyan tüm bu kapsamıyla Cumhuriyet Aydınlığının temel yapıtaşlarından birini oluşturmuştur.

Türkiye Aydınlanmasında Bektaşiliğin Rolü

Daha önce kısaca belirttiğim Bektaşilik olgusu, Osmanlı İmp.luğunun değişim ve Batılılaşmasında ayni zamanda katkıda bulunan bir düşünce sistemi odağıdır. Önce Genç Osmanlılarda , sonrası JönTürkler kuşağı içinde etkin olmuşlardır.

Bektaşiliğin tarihi köklerine bakıldığında Moğol istilasından kaçarak Anadolu’yu yurt edinen göçmenler, kendi inançları içinde ‘İslamlaşmış Şamanizm” olarak ta nitelendirilen bir dine inançlıydılar. Osmanlılarda Doğu bölgelerinden Anadolu’ya gelen göçmen kabileleri tarafından şekillenmişlerdir. Bilindiği yanıyla Osmanlılardaki Yeniçeri Ocağı’nın oluşmasında Hacı Bektaş-ı Veli’nin rolü önemlidir. Anadolu’daki doğu Anadolu kökenli Alevilerin de Bektaşiler arasında yeri oldukça büyüktür. Bektaşilerle olan sıkı ilişkileri nedeniyle Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kapatılmasıyla birlikte Bektaşilik te ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu yönelim içinde Bektaşi dergahlarının fiziki mekanları dağıtılarak, en eski olanları da Sunni Ortodokslukla çatışmayan tavrıyla yönetimce hoşgörü ile bakılarak Nakşibendi tarikatı yapılanmasına aktarıldı. Ancak Bektaşilik düşüncesi bu fiziki değişimlere bağlı olarak ortadan kalkmamış ve tüm baskılara rağmen politik olarak etkinliğini arttırmıştır. Tarihi kayıtlara göre içlerinde Namık Kemal’in de olduğu bazı aydınlar Bektaşi ailelerine mensupturlar.

Trakya ve Balkanlarda oldukça etkin bir yapılanma içinde olan Bektaşiliğin ülküleri arasında; hoşgörü anlayışı, dinler üstü oluşu, ilerlemeci ve ruhban karşıtı olmaları öne çıkmaktadır.

Kurutuluş Savaşı içinde Bektaşilerin desteği oldukça önemli boyutta olmuştur. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Bektaşilerle görüşmeleri ve ziyaretleri bilinmektedir.

Bu tarihi bilgilerin ışında, Cumhuriyet Aydınlığı, laik değerlerin savunulmasında Bektaşi ve Alevilerin ilerici toplum yapılarından büyük güç almıştır.

Cumhuriyet Devrimi ve Milliyetçilik

Cumhuriyet Devrimi, milliyetçiliği ırkçılıktan ayırmıştır ve Anadolucu bir çerçeveye oturtmuştur. Yeni kurulan devletin milliyetçilik ilkesi, Pantürkizmin daha ötesinde bir evrensellik taşır.

Laik Cumhuriyet aydınlığıyla çağdaş yolunu bulan Türkiye halkı, şeriatçılığın ümmetçiliğine karşı Ulusalcılığı benimsemiştir. Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşıyla Türkiye’de Aydınlanma Devriminin eşiğini atlamak olanaklı hale gelmiş ve Devrimin temelleri atılmıştır.

Kurtuluş Savaşında Asker-Sivil bütünleşmesi bir bakıma “Ordu Millet” tanımını da getirmiştir. Kurtuluş Ordusu’nun geleneği süregelmekte, Türk Ordusu bu mirasa sahip çıkarak Ulusuyla birlikte Cumhuriyet Aydınlığının bekçisi olma özelliğini taşımaktadır.

18. yüzyılla özdeşleşen Aydınlanma Çağı’nın önde gelen düşünürlerinden Voltaire’in bilim ve felsefe tarihindeki yerini inceledikten sonra Cumhuriyet öncesi döneminde “Osmanlı Aydınları”nın düşüncelerini ne derecede etkilediği ve bu etkinin Türkiye’deki yansımaları onların yapmış oldukları çevirilerle Cumhuriyet Aydınlığı’na katkıları tarihsel gelişimi içinde iyi bilinmektedir.

Laikilik ve Türkiye’de Siyasal İslam

Siyasal İslam., daha çok bir “kriz ideolojisi” durumunu göstermektedir. Siyasal İslam, ekonomik hayatla haşır neşir oldukça aşınmakta ve yumuşama sürecine girmektedir. Ekonomik ve Siyasi iktidar tutkusu onu, bu oyunun içine çekmektedir. Toplumsal gerçeklik içinde Türkiye insanlarının büyük çoğunluğu uygar dünya ile buluşmayı istemektedir. Türk insanı kişisel yaşamlarında inançlı ve dindar oldukları ölçüde, sosyal hayatlarında da laikleşmişlerdir.

Bugünkü Türkiye İslam ülkelerinin yer aldığı geniş coğrafyada, demokrasi ve laikliği birlikte götürmeye çalışan tek ülke olarak uzun bir tarihsel deneyime sahiptir. Bu süreçten geri dönmek olanaklı değildir. Bunun için tüm Ulusça en önemli görevimiz, daima Cumhuriyetin Aydınlığında Türk devrimlerinin yol göstericiliğinde çağdaşlığa doğru kararlı adımlarla yürümektir.

Resimlerim-28


DİRENİŞ
Sefer ÖRÇEN (akrilik, 2007,12x21cm)
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri -11

31

32


33
Posted by Picasa

Vurgun

Üretkensin
Aşinasın herkese,
Rahmini parçalarcasına
Söylemlerin vebalim,
Delillerinde meşru
Karşı yaşamların,
Özüne vurgun,
Korkusuyla itilmiş
Dile gelmiş sevgilerde,
Çetelelerini tutmuş
Sevdaların,
Yaşamın ringlerinde
Kölelerin efendisi olmuş
Can pazarında,
Hülyalarına giden
Kervanında
Yolcuyum
Prangalarına vurgun.


Paleontoloji Defterleri-10

26b

28

30

29
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-9

24b

25

27

26a
Posted by Picasa

Paleontoloji Defterleri-8

22

23

24a

Paleontoloji Defterleri-7

PALEONTOLOJİ YÖNTEMLERİ

Fosil örneklerinin toplanması, incelemeye hazırlanması, inceleme, fosil formlarının belirlenen yönlerde kesitlerinin hazırlanması ve istenilen tanımlayıcı şekillerin eldesi, tanımlama; paleontoloğun çalışmalarının başlıca aşamalarını oluşturmaktadır. Bu çalışma aşamaları öncelikle sahada başlatılarak laboratuvarda sürdürülmektedir.

Fosil Örneklerinin Derlenmesi

Paleontolojik araştırmaların temel objesi durumunda olan fosil örnekleri, öncelikle yapılan jeolojik incelemenin amacına uygun olarak ya stratigrafik amaçlı yada tektonik amaçlı bazen de bir sedimanter maden yatağı veya petrol düzeylerinin araştırılmasına yönelik yaş ve çökelme ortamının belirlenmesi amacıyla inceleme alanından sistemli bir biçimde toplanıp derlenirler. Stratigrafik amaçlı incelemelerde öncelikle biyostratigrafik ve kronostratigrafik zonlamaların yapılabilmesi için ölçülmüş stratigrafi kesitler alınarak çalışmalar sürdürülmektedir. Saha çalışmasında çalışılan alanın haritası üzerine alınan örnek yada kesit yerleri işlenir. Derlenen fosil örnekleri içinde Protozoa grubuna ait olan iri foraminifer formları (Fusulina, Nummulites, Orbitoides, Alveolina, Loftusia, vb.gibi) doğrudan katmanların içinden yada yerinde döküntülerinden kolaylıkla toplanırlar, bazı durumlarda ince taneli yumuşak kaya türü (marn, kil, silt, çamur) örneklerinde yapılan yıkama işlemleriyle benzer fosiller elde edilebilmektedir. Metazoa grubundan mercan, brakiyopod, mollusk gibi makro omurgasız ve omurgalı fosiller genellikle gözle görülebilir büyük boyutlu organizmalar durumunda olup, tabaka düzlemlerinden, yerinde döküntülerden yada kolay ufalanabilen kayaçlardan çıkarılırlar ve örnek numaraları verilerek torbalanırlar, örnekler hakkında bilgiler aynı zamanda saha defterine örnek yeri koordinatları ve bulunduğu litolojinin özellikleri de eklenerek yazılır. Jeolojik saha çalışmalarında saha jeologları, uzman stratigraf ve paleontolog üçlüsü birbirlerini bütünleyen öğelerdir. Fosil örnekleri derlenirken istenilen, sahadaki yüzleklerden (mostralardan) taze yüzey ve katman içindeki düzeylerden alınmasıdır. Mikropaleontolojik incelemeler için alınacak kayaç örnekleri de numaralanarak torbalara konur. Paleontolog kendi başına bir çalışma yürütüyorsa, derlediği örneğin coğrafik yeri, stratigrafik istifin durumu, bölgenin tektonik yapısı, litolojik özellikleri ve fosil topluluğu hakkında bilgi edinmelidir (SAYAR, l990).
Örneklerin İncelemeye Hazırlanması
Örneklerin temizlenmesi

Öncelikle mikrofosillerin ayrılması için, bir yıkama işlemi gerçekleştirilir. Bu işlemde etil alkol ve hidrojen peroksitin %10'luk eriyiklerinden yararlanılır. Bu işlem sonucunda ayrışmış olan fosil tane örnekleri, binoküler mikroskop altında su içinde bir temizleme iğnesi kullanılarak üstlerindeki çökel bulaşıklarından arındırılır. Sert kayalarda mikrofosilleri elde etmek için fiziko-mekanik yöntemlerle, hidrolik pres altında parçalama ve ufalama işlemleri yapılır. Bazı durumlarda da, makrofosiller için asit eriyikleri kullanılmaktadır: silis için florik asit, kireçtaşları için hidroklorik asit yada asetik asit değişik konsantrasyonlarda (çoğunlukla %10) kullanılmaktadır. Spor ve polenlerin eldesi için de, matriksin doğasına ve yapısına uygun hazırlamaya gidilir (BABIN, l97l).
Şekil 1-22, Aşama halinde bir fosil örneğinin temizlenerek incelenir hale getirilmesi (BABIN, 1971).
Örnekleri sağlamlaştırma ve kopyalama (mulaj işlemi)

Kumtaşı gibi kırılgan materyalde fosilleşmiş organizmaların elde edilmesi durumunda bu formların korunması problemli olabilmektedir, bunun için yapıştırıcı bir solüsyonun püskürtülerek fosillerin sağlamlaştırılması gerekmektedir. Fosillerin sağlamlaştırılması, kolleksiyonların korunması için zorunludur. Omurgalı kemikleri, amil asetat, kolofan resin, aseton ve selüloid solüsyonları yardımıyla dirençli bir duruma getirilirler.

Elde edilen önemli ve az sayıda nadir örnekler üzerinde çalışmaların rahatlıkla sürdürülebilmesi için plastik, lateks, resin gibi maddeler kullanılarak kopyaları (mulajları) alınır. Daha iyi örnekler elde edebilmek için bakır galvanoplastik maddeler de kullanılmaktadır. Bazı durumlarda tüm kolleksiyondaki örneklerin mulajları alınmaktadır. Daha iyi bir araştırmaya yönelmek ve güncel örneklerle karşılaştırmalar yapmak için günümüz örneklerinin de mulajlarının yapılması yoluna gidilmektedir (Şekil l.23).

Şekil 1.23. Güncel bir Crustacea cinsi Callinassa’ya ait bir yuvanın plastik mulajının yakın görünümü (BABIN, 1971)

İnce kesitler, parlatma kesitleri, seri kesitler

Özellikle Protozoa grubuna ait Foraminiferlerde olduğu gibi çok sayıda organizmayı (başlıca mikroorganizmalar) tanımlayabilmek için fosil içeren kayaç örneklerinden ince kesitlerin hazırlanması gerekmektedir. İnce kesitler yardımıyla hem fosil popülasyonun farklı yönden geçen tanımlayıcı özellikleri incelenebileceği gibi, hem de fosilleşmiş olduğu çökel ortamı ve ilişkileri öğrenilebilinecektir. İnce kesitlerden aynı zamanda Paleobotanik'te anatomik etütlerde de yararlanılmaktadır. Bryozoa'lar ve Sölenterat'larda sistematik incelemelerde ince kesitler tanımlayıcı olmaktadır. Bununla birlikte fosillerin kabuk yapılarının incelenmesi ince kesitlerin mikroskop incelemeleriyle mümkün olmaktadır. İnce kesitler ince kesit laboratuvarlarında hazırlanmaktadır. Bu hazırlama işlemlerinde, öncelikle kesme makinasında kayaç örneğinden fosillerin gözlenebildiği yerlerden geçecek biçimde 5 mm. kalınlığında bir parça kesilir, bu parça paleontolojik incelemeler için elverişli olan 2 mm. kalınlığında ve 5x4 mm. boyutunda bir cam lamı üzerine Kanada balsamı, 404 ve benzeri kuvvetli yapıştırıcı ile yapıştırılır. Daha sonra lam üzerindeki kayaç parçası aşındırılır ve 0.5mm. kadar inceltilir ve normal ışığı geçirecek biçimde olması test edilir. Bu aşamadan sonra ince kesit incelemeye hazır durumdadır. Benzer biçimde bir dizi tane makro fosil örneğinin de istenilen amaca göre farklı kesitleri hazırlanabilmektedir. İnce kesitler yapıldıktan sonra üzerine örnek numarası yazılır ve örnek yönlü ise işareti belirtilir.

Nautiloid, Brakiyopodlar vb. gibi makrofosillerde çok önemli iç karakterlerin öğrenilmesinde yararlı olan kesit türlerinden birisi de, "Parlatma kesitleri" dir. Fosil örnekleri bu kesit hazırlanırken Krom oksit ile ince bir yüzey aşındırmasının etkisinde bırakılır, daha sonra bu yüzey sulu bir alümin solüsyon ile parlatılır.
Seri kesitler (asetat kesitleri), düzenli aralıklarla kesilen kayaç plakalarından mm. nin onda biri incelikte bir film elde edilmesi esasına dayanır ve bu film levhası da ayrıntılı bir incelemeye olanak sağlamaktadır. Özgün anatomik incelemeler için de bu kesitler rahatlıkla kullanılmaktadırlar. Özellikle seri kesit örnek uygulamaları Brakiyopodlarda pelikül yada selülozdan yararlanılarak kireçtaşı litolojilerinde yapılmaktadır. Seri kesitler hazırlanırken litolojinin parlak yüzü %5'lik HCl ile işleme tutulur, sonra yüzey kuruduktan sonra aynı yüzeye aseton dökülür ve asetat filmi bu yüzeye yapıştırılır ve kurumaya bırakılır sonra elde edilen seri kesit incelemeye hazır durumdadır. İnceleme ya mikroskopta yada slayt formuna getirilerek perde de yapılabilir. Seri kesitlerle Brakiyopodların branşiyal ve deltidium kısımları detaylı bir şekilde incelenebilmektedir.

Diğer Araştırma Yöntemleri

Paleontolojide materyalin incelemeye hazırlanması konusunda birçok farklı tekniklerden de yararlanılmaktadır. Bunları Radyografi, Ultraviyole ve Enfraruj ışınlardan yararlanma, Elektron mikroskop uygulamaları olarak sıralamak mümkündür.

Radyografi: Paleontoloji'de X ışınlarından yararlanmadır ve ilk denemeleri l896'lı yıllara dayanmaktadır. İnce plakalı siyah şistlerde elverişli olarak kullanılmaktadır. Fosillerin anatomilerini gözlemlemede yararlıdır (Şekil-l.24).

Ultraviyole ve Enfraruj ışınlarından yararlanma: Özellikle opak fosiller üzerinde (özellikle karbonize örnekler, Şekil-l.25, l.26, l.27) enfraruj ışın uygulamaları yapılabilmektedir.

Elektron Mikroskobu: Bu özel mikroskobun güncel uygulamalarıyla paleontolojide önemli sonuçlar elde edilebilmektedir. Bu araştırmalara birkaç örnek vermek gerekirse; Mollusk (Pelesipod, Gastropod ve Sefalopodlar) kavkılarının ayrıntılı incelenmesinde (Şekil-l.28); Paleozoyik brakiyopodlarından Syringothyris kavkılarının iç yapılarının elektron mikroskobu ile incelemesine bir örnek Şekil-l.29 da verilmiştir. Konodontların mikro yapılarının (Şekil-l.30) ve Kokolit sistematiğinin yenilenmesi (Şekil-l.31) incelemelerinde kullanılmaktadır.

Bilgisayar: Doğrudan bir araştırma aracı olmaktan çok, bazı problemlerin çözümünde paleontoloğa yardımcı olur ki, bunların içinde en önemlilerini iz fosillerin araştırılması oluşturmaktadır (Şekil-l.32).

Resimleme

Resim, yazılı metnin daha iyi açıklanabilmesi ve kanıtlayıcı belge olabilmesi bakımından paleontolojik yayınlarda kaçınılmaz bütünleyici bir özellik taşımaktadır. Yeni türlerin ortaya konulmasında resimleme zorunludur. Eski paleontoloji eserlerinde üstün bir çizim yapılması tercih edilmiştir. Fotoğraflanması ve desen çizimi yapılan mataryelin gelişimi resimleme ile tanımlanabilmektedir.

Şekil 1.25. Aynı Graptolit örneğinin (Diplograptus gracilis) fotoğrafı: a)Normal ışıkta ve b) İnfra-ruj ışıkta (BABIN, 1971).

Şekil 1.26. Flüoresans ve ultraviyole fotoğraflarından yararlanma: a) Manganez oksit dendritik oluşumlarının kaya yüzeyinde normal bir ışık altında fotoğrafı, b) Flüoresans ışıkta aynı örneğin görünümü; bir Crustacea larvası olan Phyllosoma priscum (LEON’dan) (BABIN,1971).
a. Çizim

Üstün fotoğraflama tekniklerine rağmen, çizim (desen) olgusu, karmaşık öğelerin şematize edilmesi ya da kötü fotoğraf eldesi durumunda, bazı özellikleri daha iyi bir şekilde ortaya koyabılmek için oldukça faydalı bir yöntemdir. Fosillerin (başlıca Brakiyopodlar ve Trilobitler) farklı morfolojik özellikleri ve iç karakterlerini daha iyi tanımlayabilmek ve organizmanın ilksel morfolojisini ortaya koymak için başarıyla uygulanan bir yöntem olarak çizimden yararlanılmaktadır.

Şekil 1.27. Spesifik karakterlerin ayırt edilmesi için Floresans ölçümünden yararlanma: Şekilde iki Belemnit rostrum zonunun yapısı görülmektedir. Solda Actinocamax, sağda Belemnitella cinslerinin altta yer alan şekillerde flürosans analiz diyagramları görülmektedir. Rostrumlardaki kristallenmelerdeki farklılıklar da bu analizlerle saptanabilmektedir. (doküman LEITZ) (BABIN,1971).


Şekil 1.28. Cephelapod kavkılarının incelenmesi için elektron mikroskobundan yararlanma. Pseudorthoceras knoxense türü, orthocone bir Nautiloid’tir. Bölmelerdeki çökellerde tekrar kalsifikasyon görülmektedir (x20 500)(GREGOIRE’den) (BABIN,1971)

Şekil 1.29. Karbonifer yaşlı bir Brakiyopod olan Syringothyris cuspidata’nın braşiyal kapağının prizmatik seviyelerinin tanjansiyel kesitinin elektron mikroskop incelemesi. Bir noktadaki mikrokristalin dolgu görülmektedir.(x4 000) (SASS’tan) (BABIN,1971).
Şekil 1.30. Elektron mikroskopta bir konodontun yapısının detayı (PIETZNER, VAHL, WERNER& ZIEGLER’den)(BABIN,1971).


Şekil 1.31. Aynı Coccolit formu Discoaster gemmeus’un solda ordiner mikroskopta (x 4000) ve sağda elektron mikroskopta (x 4500) görünüşü (HAY&MOLLER’den) (BABIN,1971).

Şekil 1.32.Paleontolojik araştırmalarda bilgisayardan yararlanmaya örnek. İz fosillerin açıklanmasına ilişkin kontrol:
a) Kretase filişinin kompleks meandriform (menderesli) izi, b) Sinüse benzeyen izlerin bilgisayar programıyla oluşturulması (RAUP & SEILACHER’den) (BABIN, 1971).

b. Fotoğraflama

Fosiller üzerinde tanımlayıcı özellikleri saptayabilmek ve için , daha kontras görüntüler elde edebilmek için, mağnezyum oksit ya da amonyum klorür uygulaması ile fosil materyel üzerinde bazı tonlamalar eldesi olanaklıdır. Böylelikle elde edilen fotoğraf, tanımlayıcı olacaktır. Negatif fotoğrafik görüntü, asetat filmleriyle yapılabilmektedir. Stereografi ile çift
aynı objeden, röliyefleri ile fosiller detaylı incelenebilmektedir (Şekil-l.33).

Şekil 1.33. Stereofotografi örneği, bir Devoniyen Goniatit’inin (Pharciceras lunulicosta) İlk turu ve ilk locası (x12) (MEMIN in PETTER) (BABIN,1971).

Yeniden kurgu (Reconstitution)

Tüm paleontolojik çalışmaların ışığında elde edilen fosil materyelin özelliklerini de katarak fosillerin yaşamış oldukları zamanlara ait canlandırmalar ya da bunların boyutlarına göre modellerinin oluşturulması ve müzelerde sergilenmesi için yeniden kurgu oldukça önemlidir. Bu yönüyle Paleoekolojik incelemeler için yeniden kurgu yararlanılan bir yöntemdir. Yeniden kurgu üzerine birçok araştırmacı, fosil organizmaların gerçek yaşamlarına ait birçok başarılı canlandırma örneğini gerçekleştirmişlerdir. Ülkemizde de M.T.A Doğa Tarihi Müzesi' nde bu canlandırma ve yeniden kurgu örneklerini görmek olanaklıdır.







23

İnsan Düşüncesinde Yerküre (İlkçağlardan Rönesansa)-5

Yunan Tanrılar Topluluğunun Ortaya Çıkışı

Hesiodos’un Theogonia’sında tanrı soyları ve kuşaklarının birbirini izlemesi anlatılır. Kendi adıyla konuşan ilk şair olan Hesiodos “Herşeyden önce Kaos vardı ve hemen ardından toprak ana gelirdi. Bütün tanrıları doğuran toprak anadır, kendisini de sarıp sarmalayan, tanrıça Nympha’ların uğrak yeri olan Yüksek Dağları, dölsüz deniz Pontos’u ve derin anaforlu Okeanos’u toprak ana doğurmuştur” söylemlerinde bulunmuştur.
Bu hayal ürünü olan mitoslarla ilgili olarak yine Theogonia’da şiirlerde anlatılan Zeus ile yandaşları Titanların savaşı ve yine Zeus ile yanardağ tanrısı Typhon arasındaki savaş; İÖ 2 bin yılının içinde Miken Uygarlığını yıkan Akdeniz’in Santorini adasındaki çok büyük yanardağ püskürmesi ile Etna’nın patlaması ve püskürmesi (İÖ 735) ni simgelediği söylencesi akıllarda kalmıştır.
İlkçağda yaşanmış yanardağ olaylarını; Doğu Hint Adalarından Krakatoa Adası’nda (1833) yılındaki felaket ile karşılaştırmak olanaklıdır; bu felakette “ magma kazanının tavanı çökerken, kazan havaya uçar ve boşluğa dolan okyanus suyunun patlamasıyla buharlaşması bir olur. Patlama sesi 3000 mil ötede Avustralya’dan duyulur. Patlamanın yaydığı toz, ışıltılı gün batımlarına neden olmuştur uzun yıllar. Filipinlerdeki Pinatubo Yanardağının 1991’deki püskürmesinde de aynı olaylar yaşanmıştır. İlkçağ dünyası insanlarının olayları başka biçimde açıklama şansları şüphesiz olmamıştır. Fiziko-mitoloji adıyla algılanabilecek bir durumuyla bu söylencelere değinmek yerinde olacaktır.
Greklerin abece yazısını bulmalarının (büyük olasılıkla İÖ 7.yüzyıl), sözlü anlatımı körelttiği ve düşün alanında büyük gelişmelere neden olduğu ileri sürülmektedir. Abece’nin bulunuşu, bilgileri kodlara dökme ve mantığın bulunuşunun kolaylaşmasına da neden olmuştur.Yazın yoluyla aktarıma geçiş, metinlerin eleştirel biçimde ele alınmasına ve evrenin ne olduğunun (tanrılar işe karıştırılmadan) yeniden anlatılmasına olanak sağlamıştır.

Batı’daki çoğu eskiçağ toplumları arasında, olan bitenleri toplayıp karşılaştıran, tutarlı bir şekilde birleştirme yoluna giden, evreni büyüye ve hurafeye dayanmadan açıklayan antik Yunanlılar olmuştur. Düşünce üreten, ayağı yere basan açıklamalar yapan doğanın ilk filozofları antik Yunanlılardan çıkmıştır. Şüphesiz antik Yunanlıların bu duruma gelmelerinde Sümer ve Mısır uygarlıklarından bir miras durumunda yararlanmalarının büyük katkısı olmuştur.
Sokrates öncesi düşünürlerin Milet’te yaşamaları ve bulunmaları (MÖ.470-399), günümüz felsefesinin temellerinin atılması ve kurgulanmasında önemli olmuştur (Popper,1958-1959).

Bu antik düşünürlerin dört dikkate değer yanı ortaya çıkmıştır:
1. Olgunun dışardan görünüşü ile fiziksel görünümü arasında bir ayrımın yapılması,
2. Bir temel yapı ”maddesi” yada ”maddeleri”nin bulunma ve bunların bir değişim içinde olabilmeleri,
3. Temel yapı maddesinin ne olabileceği hakkında görüşler,
4. Değişik düşüncelerin eleştiriye açık tutulması.

Milet’lilerin en erkencisi Thales (MÖ.624-548/545)’e göre dünyayı oluşturan temel yapı maddesi “Su” dur. Buhar ve buza dönüşü düşünüldüğünde uygun bir seçim gibi görülmektedir (doğal neden ve süreçlere bağlı bir açıklama).
Anaksimendros’un hocasına çıkışı ve eleştirisel sorusu “ Diyelim ki yerküre suyun üzerinde duruyor, peki suyu yerinde tutan ne?” olmuştur. Anaksimendros’a göre bu yapı maddesi “apeiron” (bir alt katman) (uçsuz bucaksız, sınırlanmamış, biçimsiz yada biçim almamış) dur. Anaksimendros’a da sorulan bir soru olabilirdi? “Her şey sudan oluşuyorsa, suyun kendisi neden oluşuyordu?”.
İlginç felsefi kurgulamalarla borçlu olunan kişiler arasında; Herakleitos (yaklaşık İÖ.540-480), temel yapı maddesinin Ateş olduğunu söylemiştir.
Parmanides (doğumu İÖ.515), arı akla varmanın önemli olduğu, nitelikleri hep aynı kalan geometrik cisim, küre temeldir, yani yerdir diye tezini ortaya koymuştur.
Leukippos (İÖ.5.yüzyıl)(atomculardan), her küçük parça parçalanamayan anlamında “atom” dur, diyerek, atom kuramında dönüşümün hem duraylılığı hem de değişimi içerdiği tezini getirmiştir.
Demokritos (İÖ.460), Epikuros (İÖ.341-270) gibi düşünürler de yerin yapıtaşları üstüne tez sunan düşünürleri izlemişlerdir.
Ovidius (İÖ.43-İS.17), Yunan mitolojisini “Metamorfozlar” adlı eseriyle latinceye aktarmıştır.
Robert Hooke, 17. yüzyılda bu eserdeki anlatımları gerçek yerbilimleri öyküleri temelinde değerlendirdi (Etna’nın Typhon adlı devin kafasının üzerinde oturması ve ağzından ateş ve kül püskürtmesi hareket ederek sarsıntılar yaratması gibi).
Metamorfozların son kitabında Ovidius, Pythagoras’ın daha gerçekçi düşüncelerinden söz eder. Pytagoras, sonsuza dek akışa inanır; toprak önce suya, sonra havaya, ardından da ateşe dönüşmüştür. Sonra da bütün bu süreç tersine dönerek ateşten yerküre oluşmuştur.
Tarihçi Herodot (İÖ.484-İS.425), eğer Nil nehri bir biçimde Kızıldeniz’e bağlanabilirse, Kızıldeniz’in tortulanarak bir biçimde dolması ve bunun da 20.000 yıl alabileceğinden söz etmiştir. Bu düşünceyle Herodot’un Nil nehrinin Akdeniz’e döküldüğü yerde bir birikinti ovası oluşturduğu sonucuna vardığı söylenebilir.
Platon’un Tartarus (yerküre üzerinde yer alan çukurluklardan birini dolduran büyük su kütlesi) dan ırmaklarla boşalan suların değişik yerlerde göl ve denizleri oluşturduğunu düşünmüştür.Tartarus düşüncesi, Aristoteles’in (İÖ. 384-322) hava küre ve onunla ilgili olguları incelediği “Meteorologica” adlı eserde hesaba katılmamıştı. Aristoteles, “süreçler insan yaşamında olduğu gibi oldukça yavaş ilerlerler, bu nedenle yerküre değişik dönemlerde bazen daha yaş bazen de daha kuru olabilmiştir” düşüncesini o zamanın gündemine getirmiştir. Zamanın sonsuzluğuna inanıldığı için yeryüzü şekilleri ve iklimlerdeki değişiklikler için zamanın yetmezliği sorun teşkil etmiyordu.
Meteorologica’nın yerküre tarihi içinde önemli bir yer tutması; mineral içerikli değişik maddeleri kuru (dumanlı) yada ıslak (buharlı) tütme ile oluşumuna göre ayırması düşüncesine dayanmaktaydı. Bu ayrımlamada, kuru tütme sonucu ayrılanlar, kırmızı zırnık (AsS), kahverengi yada sarı demir oksit (boya yapımında kullanılan) (Fe2O3), kırmızı boya olarak kullanılan topraksı demir oksit, kükürt ve benzeri diğer maddeler ifade edilmiştir. Metaller ise, buharlı ve gazlı püskürme ile oluşmuş olarak kabul edilmekteydi.
Coğrafyacı Strabon (İÖ.63-İS.21), ünlü yapıtı “Coğrafya” da; Akdeniz bölgesindeki gözlemlerinden söz etmekteydi, Hindistan ve Çin’den anlattıkları belirgin değildi, maden taş ocağı işletmeciliği ile metal ve değerli taşlar üzerine düşüncelerini söyledi. Denizden uzakta deniz kabuklarına rastladığını belirtmesi tusunamilere işaret etmiş olabilirdi.
Romalı Stoa’cı düşünür Senaca, “evrenin madde içeriği birçok süreçten geçmiş olmalıydı, uzun süren gerilme süreçlerinden geçtikten sonra topraktan suya, havaya ve ateşe dönüşüm olmuş olmalıydı” demiştir. Seneca’nın “Questiones naturel” yapıtında, bu gerilim evreleri nedeniyle okyanuslar bazı dönem sığlaşarak kurumuşlardı.
Saat tasarımı ile evren tasarımının benzeştirilmesi düşüncesiyle Çiçero, yeni bir yaklaşımı ortaya attı. Lucretius, doğa güçleriyle ilişkilendirerek Sicilya adasındaki Etna yanardağı püskürmesinin sarsıntılarını açıklamaya çalıştı. İlk çağ döneminden elimize ulaşan tek dikkate değer betimleme, Vezüv Yanardağı’nın İS.79 yılında püskürmesidir. Romalı yazar Gaius Plinius Secundus (İS.23-79) bu püskürmede can vermiştir.

Büyük Plinius, İS.77’de tamamladığı “Natural History” adlı kitabında ki, bu kitap 37 eserden oluşmaktadır, son 5 kitap minerallerin dünyasına ayrılmıştır; bazı önemli başlıklar altında Roma’da madencilik uygulamaları, çimento, alçıtaşı, camın üretim süreçleri ve yapı taşlarının hazırlanışına ilişkin olanlar sayılabilir. Bunun yanında birçok mineral ve değerli taşların anlatımları ile bunların büyü güçleri verilmeye çalışılmıştır. Günümüzde kullandığımız “Doğa Tarihi” terimi kullanımı Plinius’dan gelmektedir.

Thomas Kuhn (1963) göre, Plinius’un yapıtını benzetmelik – öncesi (paradigma – öncesi) bilimin örneği olarak çok çeşitlilik gösteren uyumsuz ve sindirilmemiş bilgiler batağı olarak nitelendirmiş, diğer bir deyişle bilgilerin bir kurama, herhangi bir yol gösterici ilkeye başvurmadan toplanmıştır. Plinius’un eleştirel olmayan gözlemciliği ve bilimsel araştırma niteliğinde olmaması, tam anlamıyla felsefi düşünceye sahip olmadığı nedeniyledir.
Yerkürenin yaşı üzerine düşüncelere gelindiğinde; eski Yunanlılarda bilinemez bir yaş düşüncesi egemen görülmekteydi. Bu düşünürler arasında yer alan Aristoteles’e göre Yerküre durağan ve iç içe geçmiş bir dizi kristal kürelerden oluşmaktaydı. Güneş, Ay ve gezegenleri bu iç içe geçen küreler tutmaktaydı. Erastothenes’in hesaplama yöntemlerine göre yerkürenin büyüklüğü konusunda yaptığı hesaplamalar ile yaklaşık 39250 km’lik bir değere ulaşılmış olup, günümüzde hesaplanmış değerden % 2 kadar azdır. Erastothenes, Akdeniz’i çevreleyen iç bölgelerde bulmuş olduğu deniz kabuklarının varlığını açıklamak için denizin bir zamanlar düzey olarak Atlantik yada Karadeniz’den daha yüksekte ve kocaman bir iç göl olarak kabul edilebileceğini söylemiştir.Bu fikri Strabon, bu durumun denizin hızlı alçalıp yükselmesi ile açıklamıştır.
Özellikle hiristiyanlık öğretilerinde Roma imparatorluğu döneminde bu düşünceler yer almadı ve dünya dümdüz bir tabak biçiminde düşünüldü (Tevrat’ta olduğu gibi). Zaman kavramına ilişkin olarak Theophilus (İS.115-81),Adem ile Havva’nın yaşadıkları tarihi tanımlamaya çalıştı. Bu tarih İÖ.5529 olarak belirlendi. Ancak Petrus’un anlattığı 3.bölüm 8. ayette; “Rab’bin gözünde bir gün bir yıl, bin yıl bir gün gibidir” kaydı vardır. Aziz Augustine yerküre tarihi için 6000 yıllık bir çizelge öngörmüştür. Aziz Thomas Aquinus (1225-74)’un çabalarıyla çevrimsel zaman görüşü ve dünyanın büyük yaşı konusu üzerine düşünceler oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak hiristiyan düşünürler doğa ile ilgili bilgilere katkı sağlamamışlardır.
Çin’de bilimin Batı’da İS.1500’lü yıllardan çok öncelerine inen gelişmişlik düzeyi; coğrafyada akılcı yaklaşımla yeryüzünün haritalanma tekniği, İS.100’e doğru, coğrafi özelliklerin yerlerinin belirlenmelerinde dik açı ile kesişen ızgaralama sisteminin ortaya konulması, ilk kabartma haritaların yapılması, hava durumlarının belirlenmesi ve gel-git olayları, nem ölçümlerinin yapılabilmesi, gökyüzünün haritalanması ile açıklanabilir. Fosillerin canlı varlık artıkları olduğunu ilk anlayanlarda Çinliler olmuştur, Bitki fosilleri ile birlikte fosilleşmiş çam ağaçlarının bulguları İS. 3.yüzyıla inebilmekteydi. Fosiller ile ilgili bilgi birikimi Batı’da Rönesans sonrasına kadar unutulmuştur.
Bütün uygarlıklarda taşlar, maden filizleri ve madenlere gösterilen ilgi, Çin’de de önemli olmuştur. Çinliler madenleri yerkabuğunda meydana gelen yavaş değişimler sonucunda yerden kaynaklanan buharlardan meydana geldiğini, Aristoteles’in de bu düşünceyi aynı zamanlarda paylaştıkları tarihi kayıtlarla uyuşmaktadır. Ancak bu düşüncenin kaynağı olarak olasılıkla Mezopotamya’ya dayanılmaktadır. Çin’de madenler; sertliklerine, renklerine, görünüşlerine ve tatlarına göre sınıflandırılmışlardır ve de kayalardan farklı olarak değerlendirilmişlerdir. Bunun gibi yunan Teofrastos’un da benzer çalışmaları bilinmektedir.
Çin’in büyük deprem bölgelerinden olduğu İÖ 780 ve İS 1303’te (800.000 kişi) meydana gelen 12 şiddetli depremlerde çok sayıda insanın ölmüş olmasıyla öğrenilmektedir. Tarihi kayıtlardan ilkel sismograf olarak kabul edilen “deprem fırıldağı” denilen bir sarsıntı ölçme aleti kullanıldığı bilinmektedir. Çin’deki kayıtlardan öğrenilen yerkürenin yapısı ve oluştuğu maddelere ilişkin bilgiler, Çin biliminde üretilen birçok düşünce ve yöntem daha sonraları geliştirilmiş olup, bunlardan en çok Batı, farklı biçimlerde yararlanmıştır, ancak evreni kutsal kabul eden Çin’liler hiçbir zaman için Batı’nın doğaya yaklaşımlarında olduğu gibi yıkıcı olmamışlardır.
Antik yunan düşünce mirasını benimseyen Arap düşünürlerin katkılarına gelince;
İbni Sina (980-1037) ve İbni Rüşt, Aristoteles’in yazdıkları üzerine yorumlamalar yaptılar. İbni Sina’nın, mineral maddelerinin sınıflandırılması, dağların oluşum nedenleri konusunda yazdıklarında; yerkürede bazı su kaynaklarının nesneleri taşa dönüştürme özelliği bulunduğunu ve yerkürenin bir emdirme ve taşlaştırma özelliğinin bulunduğunu ifade etmiştir. Ona göre vadiler, suların nesneleri aşındırması sonucunda açılmıştır ve dağlar deniz çekilmesinin ardından açıkta kalan deniz tabanında yapışkan kilin taşlaşmasından oluşmuştur (deniz kabukları olarak deniz hayvanlarının fosillerinin bulunması). İbni Sina, aynı zamanda, dağların oluşum ve ayrışma süreçlerinde bir döngünün olabileceği fikrinin ilk habercisidir.
Ristoro d’Arezzo (1862); yıldızların yeryüzü üzerindeki sular üzerinde etkisinin olduğunu, yıldızlar tıpkı mıknatısın demiri çektiği gibi suları çekince karalar açıkta kaldığını söylemiştir. İbni Sina bu duruma yer sarsıntıları ile karaların denizlerle olan düzenlenmesine denizlerin yerlerini değiştirmeleri olarak açıklık getirmeye çalışacaktı, ama yine de depremlerin nedenleri açıklanamayacaktı. Ristoro ise bu durum için daha çok yeraltında meydana gelen rüzgarların etken olabileceğini söylüyordu.
İslamiyet’in yaygın olduğu bölgelerde coğrafya ve haritacılık gelişmiş düzeyde yapılmaktaydı. Klimatalara bölünmüş kabartı haritaları kullanılmıştır. İslam uygarlığında mineraller ve kimyalarıyla ilişkin gelişen simyacılık oldukça önemli bir yer tutmuştur. Bütün simyagerler içinde en önemlisi, çalışmaları sekizinci yüzyıl sonundan dokuzuncu yüzyıl başına kadar uzanan Cabir Bin Hayyan’dır. Bir taraftan mikrokozmos-makrokozmos kavramı, diğer taraftan da dünyevi kuvvetler ile kozmik kuvvetler arasındaki karşılıklı etkilenme bulunduğu inancı üzerine kurulu bir doğa felsefesine sahiptir. Mineraller aleminin onun kurduğu nesneler şemasında önemli bir yeri vardır. Bu şema değersiz metallerin altına dönüştürülmesi gibi olayları içine almakla beraber, doğadaki çok çeşitli maddeleri sınıflandırma amacı taşımaktadır.
Jean Buridan (1328)(Paris Üniversitesi Rektörü), Aristoteles’in “Meteorologica” adlı yapıtı üzerine düşüncelerini aktardığı “Meteorlar ile ilgili sırlar” yazısında; denizler ve karalar arasındaki değişim ve dönüşümleri ifade edeceği ve (daha sonra 1991’de Gohau’nun derlediği modelinde açıklayacağı üzere) yerkürenin içi türdeş olmadığı için ağırlık merkezi ile geometrik merkezin çakışmasının gerekmeyeceğini, ama evrenin merkezi ile ağırlık merkezinin çakışmasının gerekli olduğu düşüncesindeydi. Ona göre iki yerküre tanımlanıyordu, okyanusların oluşturduğu küre ve yerküre olmalıydı, yerküre ise su kürenin içine batmış durumdaydı.
Denizin çok uzağında kayalara gömülü yada ayrışmış olan bulunan deniz kabuğu fosilleri, akılları en çok karıştıran bir olguydu. Leonardo da Vinci (1452-1519) bunlarla ilgili olarak, deniz düzeyinin bir zamanlar kavkı yatağı düzeyinde olduğunu düşünmüştür, nehir yatakları zaman içinde alçalırken bu yaratıklar da çamur içine gömülüp kalmışlar ve deniz çekilirken çamur içinde sıkışarak ve yer yer de parçalanarak dizilimlerini yitirmişlerdir görüşünü getirmiştir. Leonardo, aşınma ile hafifleyen yanın yükseleceğini ve zamanla bu tabakaların sıradağları oluşturacağını düşünmüştür.
Buridan’ın yazdıklarından Leonardo’dan haberi olacak biçimde diğer bir alıntıda; “ Yerkürenin canlı olduğunu söyleyebiliriz. Toprak onun etidir; üst üste gelmiş kaya tabakaları kemikleri; kasları süngertaşındandır; kaynaklarda kaynayan sular kanıdır. Yüreğinin çevresini saran kan gölü okyanustur. Denizin gelgitleri gibi nabzın her atışında azalıp çoğalan kan yoluyla soluk alıp verir. Ve dünya, ruhunun sıcaklığını yerkürenin her yanına yayılmış ateşten alır, ve yaratıcı tözünün barınağı ateşlerdir” anlatımı yer almaktadır. Dünyanın değişik yerlerindeki sıcak su kaynaklarında ve Sicilya’daki Etna gibi yanardağlarda ve daha birçok yerde dışa vuran bu ateştir. Bu yaklaşımla denilebilir ki, yerküre bir tür organizmadır, aynı zamanda yaşayan bir organizmadır.
Ulysse Aldrovandi’nin (1522-1605), ölümünden sonra yayınlanan toplu yazılarında (1648), mineraller; eş anlamlıları, tanımı, kökeni, doğasından gelen özellik ve nitelikleri, çeşitleri, nerede ve hangi koşullarda bulunduğu, kullanım alanları, tarihteki yeri, doğada barışık oldukları ve ters düştükleri, davranış biçimleri, gizleri, mucizelerdeki rolleri, atasözlerindeki yerleri, simgeleri ve meydana getirdikleri taşlar ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır, ayrıca çizmiş olduğu çok sayıda fosil resmi de bulunmaktadır.
Kimyanın öncüsü sayılabilecek çalışmalarda ve ilk çağın Aristoteles’çi, Platon’cu ve Stoa’cı düşüncelerinde yerküre ve mineraller üstüne ortak görüş (Rönesans’taki düşünülenler de aynı), yerkürenin bir anlamda canlı olarak kabul edilmesiydi. Mineraller yerkürenin rahminde gelişmiş gibiydiler, madenci yerkürenin karnının derinliklerine inebilmekteydi. Albertus Magnus (1193-1280) (Almanya’lı papaz), hayvanların üremesi ve sindirimini minerallerin de oluşumundaki etkin nitelikler olan sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluk gibi özellikler ile özdeşleştirerek, minerallerin oluştukları yerdeki özellikler ile bu özellikleri karşılaştırmak gerekliliğinden söz etmiştir.
Agricola takma adlı Alman bilgin ve maden mühendisi Georg Bauer (1494-1555)(de re Metallica adlı eseriyle ünlü), Saksonya maden ocaklarında çalışan madencilerin görkemli baskı resimleriyle baca açma, su atma ve yer altı taşımacılığı tekniklerini bir kitap altında toplamıştır.
Aristoteles’çi doğa düşünürleri açısından yerküredeki maddelerin sınıflandırılması çabaları sonucunda; tütenler, akanlar ve fosiller (toprak türleri ve taşlar) ile birlikte 81 çeşit toprak ayrımlanmıştır. Metallerin sıvı ve katı olabildikleri ortaya konulabilmiştir. Bu maddelerin belirli nitelik katıcı özellikleri yada ilkeleri olmaları bakımından yukarıdaki saptamalar, mantıksal olmaktan çok kimyasal olmaları yönüyle değerlendirilmişlerdir
Alman Johann Johachim Becker (1635-1682), Paracelsus’un düşüncesindeki madencilerin kabullerine göre kükürt erkek ve civa dişi oluşuyla toprağa bir doğurma süreci için yataklık yapmaktaydı. Gökler hava ile, hava su ile su da toprak ile tepkimeye girince, kolay kavranamayan ve elle tutulurluğu zor bir değişime gidiliyordu.
Becker’e göre üretim şöyle olmalıydı;
1. Toprak + Su à yıldızlar, hayvanlar, bitkiler ve bazı mineraller,
2. Su + Su à kar, kırağı, dolu, buz vb.,
3. Toprak + Toprak à toprak türleri, taşlar ve metaller oluşmuş olmalıydı.
Ayrıca üç olası toprak türü vardı; cam haline girebilen (taşların anası(kuvars (SiO2) gibi), yağlı (metallerin anası) ve civamsı olanlar (yeryuvarın merkezinin ve suların içinde bulunan maddeler)(Becher’in Tuz, Kükürt ve Civa üçlüsü). Toprak ve sudan döllenme teorisi, yukarıdaki anlatımların özüydü.
Bu tanımlamalarıyla Becher, Lyell ve Werner’e ilham vermiştir. Rönesans ile birlikte pozitif bilimin gelişim süreçlerinde çağın düşünürlerine öncülük eden Becher’in, ham ve kanıtlanmamış teorileri, çıkış noktasında düşünsel ve uygulamalı bir birikim oluşturmuşlardır.
Owen Barfield’in kaleminden aktarılanlar da Evrende yaşıyor olmanın Ortaçağ ve Rönesans’ta yaşayanlara nasıl bir duygu verdiğine ilişkin şunlar yazılıydı (ft).
Yerküre üzerine antik Yunan ve Ortaçağ düşünürlerince söylenenler ve doğayı algılama süreçlerinde dikkati çeken en önemli çıkarsama; kafalardaki düşünmenin, dünya olaylarının cansız doğaya göre oluşturulmuş bir modelini geliştirmesiydi. Bu modele göre düşünme, tanrılarca saptanan ereklerin değil, doğa yasalarının ürünü nedenlerin araştırılması noktasına varacaktı. Daha ileri bir noktada, doğayla yada toplumla ilgili olup bitenler, niçinler ve nedenlerle açıklama yolunda bir düşünce geleneği oluşacaktı. Gelinen bu noktada, doğrudan dine karşı çıkılmadan aristokratların dünya görüşlerini ve egemenliklerini dayandırdıkları baskıcı inançlarının temeli oynayarak sarsılacaktı. Olayların nedenler ve niçinlerinin araştırıldığı bir düşünce biçimi artık dinsel değil bilimsel düşüncenin başlangıcı sayılabilirdi.
Gelişim süreçleri izlendiğinde, sihirsel düşünce ve dinsel düşünce sistemlerinden sıçrayarak Batı’da Rönesans ve Reformla ve de Sanayi Devrimiyle bir bakıma Bilimsel Devrimin temelini ve felsefesini oluşturan Bilimsel Düşünce Sisteminin işleyişine ilişki akım şeması aşağıdaki gibi özetlenebilir.

Çağcıl “Bilimsel Devrim” ile (17.yüzyıl) Avrupalıların düşüncelerinde büyük köklü değişimler oldu ki; bunlar Galileo, Bacon, Harvey, Descartes, Boyle, Newton ve vb. sayesinde gerçekleşmiştir. Bilimsel Devrim sürecinde, deney ve matematiğe dayalı argümanların gelişimi, bilgi üretimi için akademilerin kuruluşlarının yasallaşması, mekanik modellemeler ortaya konulmuştur. Bu üretim içinde Alman kimyacılarının büyük rolü olmuştur.
Mekanik madde kuramının gelişerek algılanması sonucunda, yerkürenin daha iyi algılanması maddelerin yapı taşlarının ortaya konulmasıyla kolaylaşmıştır. Mekanik felsefenin öncüsü Descartes, evrenin doğuşunun kuramındaki evrendeki madde devinimini başlatanın Tanrı olduğunu söyleyerek, hava, ateş ve toprağa karşılık gelen bir madde yapıtaşlarının sınıflanmasını aşağıdaki biçimde yapmıştır.
I- Ateş parçacıkları bölgesi(merkez), M- yoğun ışık geçirimsiz bölgeC- düzensiz zerreciklerden oluşan bölge, D- su yuvarlarından oluşan sıvı katman, E- katı katman A-B-hava küre.

Din ve Bilim örtüştürmesi biçiminde Reform sonrası oluşturulan kaynaştırma çabaları içinde Hiristiyanlık öğretisinde Protestan ayrışımında Teoloji (Dinbilim)’de insan düşüncesinde yapılmak istenen yönlendirmeler içinde, kutsal kitaplar anlatımında temellenen kalkışla İrlanda’lı başpiskopos James Usher tarafından bir yaklaşımda bulunularak,Yerkürenin doğum tarihi tamı tamamına 23 Ekim 4004 olarak belirlenmiştir. Kutsal kitaptaki alıntı aynen şöyledir;
“Başlangıçta tanrı cennet ve dünyayı yarattı. Eski Antlaşma, 1.kitapçık, 1.bölüm. Zamanın böylece başlaması bizim kronolojimize göre, Jülyen(Roma) takviminin 710 (:İÖ.4004) yılının Ekim ayının 23. gününden önceki akşama rastladı.
Kelamın ilk gününde, ya da 23 Ekim’de (günlerden pazardı), Tanrı Cennetlerin en yücesiyle birlikte Melekleri yarattı. Binanın çatısını tamamladıktan sonra, dünyanın bu eşsiz yapısının temeline el attı; Derinliklerden ve Yeryüzünden oluşan en alttaki yuvarlağa biçim verirken Melekler Korosu şarkılar söylüyor ve böylece onun adını ululuyorlardı. (…) Ve yeryüzü boşken ve biçimsizken, derinliklerin yüzeyi karanlıkla kaplıyken, birinci günün tam ortasında ışık yaratıldı; Tanrı karanlıktan ayırmak için birine gündüz dedi, öbürüne gece’’.

Nuh Tufanı olayı ile yaradılışın izahının yapılabilmesi Ortaçağ ve Rönesans dönemindeki gelişmelere rağmen geçerliliğini koruması; Edward Lhwyd (1660-1709)’in deniz kabuklarının kökeninde kısmen Tufan sularıyla taşınarak yerkürenin boşluklarına ve yarıklarına yerleşen balık yumurtaları olduğu düşüncesi ile farklı bir yön kazanmıştır. İngiliz fiziko teoloji okulundan doyumsuz fosil koleksiyoncusu John Woodward (1665-1728), fosillere daha önce yaşamış canlıların kalıntıları olarak bakmış, ancak bunların kayaların içine nasıl girdiklerine dair bir çözüm getirememiştir.

SONUÇLAR

*Özetle irdelemeye çalıştığımız, eski çağlardan Rönesans’a insan düşüncesinde Yerküre’nin algılanması; düşünce sistemimizin gelişimi, zamansal bilgi piramitlerimizin oluşumu ve bilginin yaşam dinamikleri üzerine git gide artan etkisiyle günümüzde birçok bilinmeyene açıklık getirilmiş olarak çok farklı bir düzeye gelmiştir..
* Yakın zamandan bir değerlendirme ile Darwin’in doğal seçilim sürecinden geçerek hayvan türeme yada “büyük patlama” kuramıyla oluşumumuza bir açıklamanın doğruluğunun yanı sıra; öğretim sistemimizde canlı tutulan ve bir kuşaktan diğerine aktarım ile yaşatılan; geleneksel kültürün bir yansıması olan kanıt istenmeden kabullenme, günümüzde de popüler olan ve seçmiş olduğumuz “bilge kişiler” ne derse ona göre hareket etmek anlayışını getirmiştir. Günümüzde insanların pek çoğu, kararlarını dinsel inançlarının doğrultusunda vermek konusunda daha çok eğilimlidirler. Bu duruma göre, söylencelerin her tarafımızı sarmış olduğunu söylenebilir. Paul Feyerebend (1970)’de klasik deneycilikte de bir takım kanıttan yoksun hayal ürünü yanların olduğunu ileri sürmüştür. Söylencelerle tarih boyu yaşamış ve yetişmiş olmamız çoğunluğumuzda klişeleşmiş bir durum yaratmıştır.
*İnsanlar ancak okuyarak, öğrenerek, algılayarak yargıya varabilme durumuna geldiklerinde; içlerinden çıkardıkları bilim adamları ve düşünürlerin toplumu geliştirmeleriyle; tartışan ve sorgulayan bireyler olarak oluşturdukları kanıtlarla söylencelere kulak asmayacak konuma ulaşmışlar ve bu konumlarını günümüzde de korumaya çalışmaktadırlar.
*Bununla beraber yerbilim haritaları, alınan kesitler, oluşturulan görsel malzemeler (çok miktarda bilginin birikimi); maden, metal, kömür ve kireçtaşı için üretilen haritalar; 19. yüzyılda değişik bir bakış ve haritalara daha farklı bir yaklaşım ile bilginin daha da geliştirilmesi; insan buluşu birikimler ve daha sonraları bu birikimlerin kesiştiği noktada kıyasıya savaşlar ve askeri mücadeleler içinde, harita ve kesitlerde çoğu zaman yerküre üzerine düşünceler ve yorumlar da yer almıştır. Yerbilimleri ile ilgili anlatımlarda “görsel dil” oldukça önemli olmuştur.
*Bilimsel yaratıcılığın temelinde; bir yığın deneysel ve kuramsal çalışma yatmaktadır. Oluşturulan temel, okus pokus yada şapkadan tavşan çıkarma işi değildir. Gündönümlerinin her yıl biraz daha erken gelmesi olayı, pek çok tufan söylencesinden söz etmeye, bir bakıma kutsal kitaplardaki yazılanların öznel bir yoruma dayandığının ifade edilmesine neden olmuştur.
*İlk çağlardan bu yana insanlar; depremler, volkanik patlamalar gibi büyük güçlere sahip olguların farkında olmalarına karşın, 20. yüzyıla kadar bu olguları tanrıların müdahalesi olarak algılamışlardır.

*Kimya, fizik ve biyoloji gibi diğer pozitif bilimlerin gelişim süreçlerindeki deneysel dinamiklerden farklı olarak jeoloji, uzun bir süre için gelişimini yanlızca gözlemlere dayandırmıştır. Bundan dolayı jeolojinin gelişim perspektifi, günün dinsel ve felsefi eğilimlerinin etkisindeki yorumlanma tarzlarından oldukça etkilenmiştir.
*Bilim tarihinde sıkça rastlanılan olgu, üretim ihtiyaçlarıyla bağlantılı teknolojik ilerlemelerin, düşüncelerin gelişimi için gerekli etkinliği sağlamasıdır. Yer bilimlerinde mühendislik uygulamalarıyla doğa ile insan topluluklarının ilişkileri temelinde önemli örnekler olarak, büyük şirketlerin petrol araştırmaları; deniz yatağı jeolojisinin araştırılması, sismik profil çıkarma ve derin deniz sondajı alanlarında etkin yeni yöntemlerin geliştirilmesi ve fosillerle yaş tayini yönteminin daha etkin kullanılması gösterilebilir.
*Doğa bilimleri, gelişim dinamiklerini sürdürebilmek için bilgi edinimi ve işlenimi konusunda, evrendeki her olayın kendisini belirleyen bir nedeninin bulunduğu savındaki bilimsel determinist bir yaklaşımla hareket etmek durumunda olmuştur. Bu yaklaşım temel alınarak Jeoloji biliminin modern köklerinin, Engels’in tarihsel perspektifini geliştirdiği diyalektik düşünce ve bilimsel determinist bir anlayışın kavranmasıyla atılmış olduğu söylenebilir..