İnsan Düşüncesinde Yerküre (İlkçağlardan Rönesansa)-5

Yunan Tanrılar Topluluğunun Ortaya Çıkışı

Hesiodos’un Theogonia’sında tanrı soyları ve kuşaklarının birbirini izlemesi anlatılır. Kendi adıyla konuşan ilk şair olan Hesiodos “Herşeyden önce Kaos vardı ve hemen ardından toprak ana gelirdi. Bütün tanrıları doğuran toprak anadır, kendisini de sarıp sarmalayan, tanrıça Nympha’ların uğrak yeri olan Yüksek Dağları, dölsüz deniz Pontos’u ve derin anaforlu Okeanos’u toprak ana doğurmuştur” söylemlerinde bulunmuştur.
Bu hayal ürünü olan mitoslarla ilgili olarak yine Theogonia’da şiirlerde anlatılan Zeus ile yandaşları Titanların savaşı ve yine Zeus ile yanardağ tanrısı Typhon arasındaki savaş; İÖ 2 bin yılının içinde Miken Uygarlığını yıkan Akdeniz’in Santorini adasındaki çok büyük yanardağ püskürmesi ile Etna’nın patlaması ve püskürmesi (İÖ 735) ni simgelediği söylencesi akıllarda kalmıştır.
İlkçağda yaşanmış yanardağ olaylarını; Doğu Hint Adalarından Krakatoa Adası’nda (1833) yılındaki felaket ile karşılaştırmak olanaklıdır; bu felakette “ magma kazanının tavanı çökerken, kazan havaya uçar ve boşluğa dolan okyanus suyunun patlamasıyla buharlaşması bir olur. Patlama sesi 3000 mil ötede Avustralya’dan duyulur. Patlamanın yaydığı toz, ışıltılı gün batımlarına neden olmuştur uzun yıllar. Filipinlerdeki Pinatubo Yanardağının 1991’deki püskürmesinde de aynı olaylar yaşanmıştır. İlkçağ dünyası insanlarının olayları başka biçimde açıklama şansları şüphesiz olmamıştır. Fiziko-mitoloji adıyla algılanabilecek bir durumuyla bu söylencelere değinmek yerinde olacaktır.
Greklerin abece yazısını bulmalarının (büyük olasılıkla İÖ 7.yüzyıl), sözlü anlatımı körelttiği ve düşün alanında büyük gelişmelere neden olduğu ileri sürülmektedir. Abece’nin bulunuşu, bilgileri kodlara dökme ve mantığın bulunuşunun kolaylaşmasına da neden olmuştur.Yazın yoluyla aktarıma geçiş, metinlerin eleştirel biçimde ele alınmasına ve evrenin ne olduğunun (tanrılar işe karıştırılmadan) yeniden anlatılmasına olanak sağlamıştır.

Batı’daki çoğu eskiçağ toplumları arasında, olan bitenleri toplayıp karşılaştıran, tutarlı bir şekilde birleştirme yoluna giden, evreni büyüye ve hurafeye dayanmadan açıklayan antik Yunanlılar olmuştur. Düşünce üreten, ayağı yere basan açıklamalar yapan doğanın ilk filozofları antik Yunanlılardan çıkmıştır. Şüphesiz antik Yunanlıların bu duruma gelmelerinde Sümer ve Mısır uygarlıklarından bir miras durumunda yararlanmalarının büyük katkısı olmuştur.
Sokrates öncesi düşünürlerin Milet’te yaşamaları ve bulunmaları (MÖ.470-399), günümüz felsefesinin temellerinin atılması ve kurgulanmasında önemli olmuştur (Popper,1958-1959).

Bu antik düşünürlerin dört dikkate değer yanı ortaya çıkmıştır:
1. Olgunun dışardan görünüşü ile fiziksel görünümü arasında bir ayrımın yapılması,
2. Bir temel yapı ”maddesi” yada ”maddeleri”nin bulunma ve bunların bir değişim içinde olabilmeleri,
3. Temel yapı maddesinin ne olabileceği hakkında görüşler,
4. Değişik düşüncelerin eleştiriye açık tutulması.

Milet’lilerin en erkencisi Thales (MÖ.624-548/545)’e göre dünyayı oluşturan temel yapı maddesi “Su” dur. Buhar ve buza dönüşü düşünüldüğünde uygun bir seçim gibi görülmektedir (doğal neden ve süreçlere bağlı bir açıklama).
Anaksimendros’un hocasına çıkışı ve eleştirisel sorusu “ Diyelim ki yerküre suyun üzerinde duruyor, peki suyu yerinde tutan ne?” olmuştur. Anaksimendros’a göre bu yapı maddesi “apeiron” (bir alt katman) (uçsuz bucaksız, sınırlanmamış, biçimsiz yada biçim almamış) dur. Anaksimendros’a da sorulan bir soru olabilirdi? “Her şey sudan oluşuyorsa, suyun kendisi neden oluşuyordu?”.
İlginç felsefi kurgulamalarla borçlu olunan kişiler arasında; Herakleitos (yaklaşık İÖ.540-480), temel yapı maddesinin Ateş olduğunu söylemiştir.
Parmanides (doğumu İÖ.515), arı akla varmanın önemli olduğu, nitelikleri hep aynı kalan geometrik cisim, küre temeldir, yani yerdir diye tezini ortaya koymuştur.
Leukippos (İÖ.5.yüzyıl)(atomculardan), her küçük parça parçalanamayan anlamında “atom” dur, diyerek, atom kuramında dönüşümün hem duraylılığı hem de değişimi içerdiği tezini getirmiştir.
Demokritos (İÖ.460), Epikuros (İÖ.341-270) gibi düşünürler de yerin yapıtaşları üstüne tez sunan düşünürleri izlemişlerdir.
Ovidius (İÖ.43-İS.17), Yunan mitolojisini “Metamorfozlar” adlı eseriyle latinceye aktarmıştır.
Robert Hooke, 17. yüzyılda bu eserdeki anlatımları gerçek yerbilimleri öyküleri temelinde değerlendirdi (Etna’nın Typhon adlı devin kafasının üzerinde oturması ve ağzından ateş ve kül püskürtmesi hareket ederek sarsıntılar yaratması gibi).
Metamorfozların son kitabında Ovidius, Pythagoras’ın daha gerçekçi düşüncelerinden söz eder. Pytagoras, sonsuza dek akışa inanır; toprak önce suya, sonra havaya, ardından da ateşe dönüşmüştür. Sonra da bütün bu süreç tersine dönerek ateşten yerküre oluşmuştur.
Tarihçi Herodot (İÖ.484-İS.425), eğer Nil nehri bir biçimde Kızıldeniz’e bağlanabilirse, Kızıldeniz’in tortulanarak bir biçimde dolması ve bunun da 20.000 yıl alabileceğinden söz etmiştir. Bu düşünceyle Herodot’un Nil nehrinin Akdeniz’e döküldüğü yerde bir birikinti ovası oluşturduğu sonucuna vardığı söylenebilir.
Platon’un Tartarus (yerküre üzerinde yer alan çukurluklardan birini dolduran büyük su kütlesi) dan ırmaklarla boşalan suların değişik yerlerde göl ve denizleri oluşturduğunu düşünmüştür.Tartarus düşüncesi, Aristoteles’in (İÖ. 384-322) hava küre ve onunla ilgili olguları incelediği “Meteorologica” adlı eserde hesaba katılmamıştı. Aristoteles, “süreçler insan yaşamında olduğu gibi oldukça yavaş ilerlerler, bu nedenle yerküre değişik dönemlerde bazen daha yaş bazen de daha kuru olabilmiştir” düşüncesini o zamanın gündemine getirmiştir. Zamanın sonsuzluğuna inanıldığı için yeryüzü şekilleri ve iklimlerdeki değişiklikler için zamanın yetmezliği sorun teşkil etmiyordu.
Meteorologica’nın yerküre tarihi içinde önemli bir yer tutması; mineral içerikli değişik maddeleri kuru (dumanlı) yada ıslak (buharlı) tütme ile oluşumuna göre ayırması düşüncesine dayanmaktaydı. Bu ayrımlamada, kuru tütme sonucu ayrılanlar, kırmızı zırnık (AsS), kahverengi yada sarı demir oksit (boya yapımında kullanılan) (Fe2O3), kırmızı boya olarak kullanılan topraksı demir oksit, kükürt ve benzeri diğer maddeler ifade edilmiştir. Metaller ise, buharlı ve gazlı püskürme ile oluşmuş olarak kabul edilmekteydi.
Coğrafyacı Strabon (İÖ.63-İS.21), ünlü yapıtı “Coğrafya” da; Akdeniz bölgesindeki gözlemlerinden söz etmekteydi, Hindistan ve Çin’den anlattıkları belirgin değildi, maden taş ocağı işletmeciliği ile metal ve değerli taşlar üzerine düşüncelerini söyledi. Denizden uzakta deniz kabuklarına rastladığını belirtmesi tusunamilere işaret etmiş olabilirdi.
Romalı Stoa’cı düşünür Senaca, “evrenin madde içeriği birçok süreçten geçmiş olmalıydı, uzun süren gerilme süreçlerinden geçtikten sonra topraktan suya, havaya ve ateşe dönüşüm olmuş olmalıydı” demiştir. Seneca’nın “Questiones naturel” yapıtında, bu gerilim evreleri nedeniyle okyanuslar bazı dönem sığlaşarak kurumuşlardı.
Saat tasarımı ile evren tasarımının benzeştirilmesi düşüncesiyle Çiçero, yeni bir yaklaşımı ortaya attı. Lucretius, doğa güçleriyle ilişkilendirerek Sicilya adasındaki Etna yanardağı püskürmesinin sarsıntılarını açıklamaya çalıştı. İlk çağ döneminden elimize ulaşan tek dikkate değer betimleme, Vezüv Yanardağı’nın İS.79 yılında püskürmesidir. Romalı yazar Gaius Plinius Secundus (İS.23-79) bu püskürmede can vermiştir.

Büyük Plinius, İS.77’de tamamladığı “Natural History” adlı kitabında ki, bu kitap 37 eserden oluşmaktadır, son 5 kitap minerallerin dünyasına ayrılmıştır; bazı önemli başlıklar altında Roma’da madencilik uygulamaları, çimento, alçıtaşı, camın üretim süreçleri ve yapı taşlarının hazırlanışına ilişkin olanlar sayılabilir. Bunun yanında birçok mineral ve değerli taşların anlatımları ile bunların büyü güçleri verilmeye çalışılmıştır. Günümüzde kullandığımız “Doğa Tarihi” terimi kullanımı Plinius’dan gelmektedir.

Thomas Kuhn (1963) göre, Plinius’un yapıtını benzetmelik – öncesi (paradigma – öncesi) bilimin örneği olarak çok çeşitlilik gösteren uyumsuz ve sindirilmemiş bilgiler batağı olarak nitelendirmiş, diğer bir deyişle bilgilerin bir kurama, herhangi bir yol gösterici ilkeye başvurmadan toplanmıştır. Plinius’un eleştirel olmayan gözlemciliği ve bilimsel araştırma niteliğinde olmaması, tam anlamıyla felsefi düşünceye sahip olmadığı nedeniyledir.
Yerkürenin yaşı üzerine düşüncelere gelindiğinde; eski Yunanlılarda bilinemez bir yaş düşüncesi egemen görülmekteydi. Bu düşünürler arasında yer alan Aristoteles’e göre Yerküre durağan ve iç içe geçmiş bir dizi kristal kürelerden oluşmaktaydı. Güneş, Ay ve gezegenleri bu iç içe geçen küreler tutmaktaydı. Erastothenes’in hesaplama yöntemlerine göre yerkürenin büyüklüğü konusunda yaptığı hesaplamalar ile yaklaşık 39250 km’lik bir değere ulaşılmış olup, günümüzde hesaplanmış değerden % 2 kadar azdır. Erastothenes, Akdeniz’i çevreleyen iç bölgelerde bulmuş olduğu deniz kabuklarının varlığını açıklamak için denizin bir zamanlar düzey olarak Atlantik yada Karadeniz’den daha yüksekte ve kocaman bir iç göl olarak kabul edilebileceğini söylemiştir.Bu fikri Strabon, bu durumun denizin hızlı alçalıp yükselmesi ile açıklamıştır.
Özellikle hiristiyanlık öğretilerinde Roma imparatorluğu döneminde bu düşünceler yer almadı ve dünya dümdüz bir tabak biçiminde düşünüldü (Tevrat’ta olduğu gibi). Zaman kavramına ilişkin olarak Theophilus (İS.115-81),Adem ile Havva’nın yaşadıkları tarihi tanımlamaya çalıştı. Bu tarih İÖ.5529 olarak belirlendi. Ancak Petrus’un anlattığı 3.bölüm 8. ayette; “Rab’bin gözünde bir gün bir yıl, bin yıl bir gün gibidir” kaydı vardır. Aziz Augustine yerküre tarihi için 6000 yıllık bir çizelge öngörmüştür. Aziz Thomas Aquinus (1225-74)’un çabalarıyla çevrimsel zaman görüşü ve dünyanın büyük yaşı konusu üzerine düşünceler oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak hiristiyan düşünürler doğa ile ilgili bilgilere katkı sağlamamışlardır.
Çin’de bilimin Batı’da İS.1500’lü yıllardan çok öncelerine inen gelişmişlik düzeyi; coğrafyada akılcı yaklaşımla yeryüzünün haritalanma tekniği, İS.100’e doğru, coğrafi özelliklerin yerlerinin belirlenmelerinde dik açı ile kesişen ızgaralama sisteminin ortaya konulması, ilk kabartma haritaların yapılması, hava durumlarının belirlenmesi ve gel-git olayları, nem ölçümlerinin yapılabilmesi, gökyüzünün haritalanması ile açıklanabilir. Fosillerin canlı varlık artıkları olduğunu ilk anlayanlarda Çinliler olmuştur, Bitki fosilleri ile birlikte fosilleşmiş çam ağaçlarının bulguları İS. 3.yüzyıla inebilmekteydi. Fosiller ile ilgili bilgi birikimi Batı’da Rönesans sonrasına kadar unutulmuştur.
Bütün uygarlıklarda taşlar, maden filizleri ve madenlere gösterilen ilgi, Çin’de de önemli olmuştur. Çinliler madenleri yerkabuğunda meydana gelen yavaş değişimler sonucunda yerden kaynaklanan buharlardan meydana geldiğini, Aristoteles’in de bu düşünceyi aynı zamanlarda paylaştıkları tarihi kayıtlarla uyuşmaktadır. Ancak bu düşüncenin kaynağı olarak olasılıkla Mezopotamya’ya dayanılmaktadır. Çin’de madenler; sertliklerine, renklerine, görünüşlerine ve tatlarına göre sınıflandırılmışlardır ve de kayalardan farklı olarak değerlendirilmişlerdir. Bunun gibi yunan Teofrastos’un da benzer çalışmaları bilinmektedir.
Çin’in büyük deprem bölgelerinden olduğu İÖ 780 ve İS 1303’te (800.000 kişi) meydana gelen 12 şiddetli depremlerde çok sayıda insanın ölmüş olmasıyla öğrenilmektedir. Tarihi kayıtlardan ilkel sismograf olarak kabul edilen “deprem fırıldağı” denilen bir sarsıntı ölçme aleti kullanıldığı bilinmektedir. Çin’deki kayıtlardan öğrenilen yerkürenin yapısı ve oluştuğu maddelere ilişkin bilgiler, Çin biliminde üretilen birçok düşünce ve yöntem daha sonraları geliştirilmiş olup, bunlardan en çok Batı, farklı biçimlerde yararlanmıştır, ancak evreni kutsal kabul eden Çin’liler hiçbir zaman için Batı’nın doğaya yaklaşımlarında olduğu gibi yıkıcı olmamışlardır.
Antik yunan düşünce mirasını benimseyen Arap düşünürlerin katkılarına gelince;
İbni Sina (980-1037) ve İbni Rüşt, Aristoteles’in yazdıkları üzerine yorumlamalar yaptılar. İbni Sina’nın, mineral maddelerinin sınıflandırılması, dağların oluşum nedenleri konusunda yazdıklarında; yerkürede bazı su kaynaklarının nesneleri taşa dönüştürme özelliği bulunduğunu ve yerkürenin bir emdirme ve taşlaştırma özelliğinin bulunduğunu ifade etmiştir. Ona göre vadiler, suların nesneleri aşındırması sonucunda açılmıştır ve dağlar deniz çekilmesinin ardından açıkta kalan deniz tabanında yapışkan kilin taşlaşmasından oluşmuştur (deniz kabukları olarak deniz hayvanlarının fosillerinin bulunması). İbni Sina, aynı zamanda, dağların oluşum ve ayrışma süreçlerinde bir döngünün olabileceği fikrinin ilk habercisidir.
Ristoro d’Arezzo (1862); yıldızların yeryüzü üzerindeki sular üzerinde etkisinin olduğunu, yıldızlar tıpkı mıknatısın demiri çektiği gibi suları çekince karalar açıkta kaldığını söylemiştir. İbni Sina bu duruma yer sarsıntıları ile karaların denizlerle olan düzenlenmesine denizlerin yerlerini değiştirmeleri olarak açıklık getirmeye çalışacaktı, ama yine de depremlerin nedenleri açıklanamayacaktı. Ristoro ise bu durum için daha çok yeraltında meydana gelen rüzgarların etken olabileceğini söylüyordu.
İslamiyet’in yaygın olduğu bölgelerde coğrafya ve haritacılık gelişmiş düzeyde yapılmaktaydı. Klimatalara bölünmüş kabartı haritaları kullanılmıştır. İslam uygarlığında mineraller ve kimyalarıyla ilişkin gelişen simyacılık oldukça önemli bir yer tutmuştur. Bütün simyagerler içinde en önemlisi, çalışmaları sekizinci yüzyıl sonundan dokuzuncu yüzyıl başına kadar uzanan Cabir Bin Hayyan’dır. Bir taraftan mikrokozmos-makrokozmos kavramı, diğer taraftan da dünyevi kuvvetler ile kozmik kuvvetler arasındaki karşılıklı etkilenme bulunduğu inancı üzerine kurulu bir doğa felsefesine sahiptir. Mineraller aleminin onun kurduğu nesneler şemasında önemli bir yeri vardır. Bu şema değersiz metallerin altına dönüştürülmesi gibi olayları içine almakla beraber, doğadaki çok çeşitli maddeleri sınıflandırma amacı taşımaktadır.
Jean Buridan (1328)(Paris Üniversitesi Rektörü), Aristoteles’in “Meteorologica” adlı yapıtı üzerine düşüncelerini aktardığı “Meteorlar ile ilgili sırlar” yazısında; denizler ve karalar arasındaki değişim ve dönüşümleri ifade edeceği ve (daha sonra 1991’de Gohau’nun derlediği modelinde açıklayacağı üzere) yerkürenin içi türdeş olmadığı için ağırlık merkezi ile geometrik merkezin çakışmasının gerekmeyeceğini, ama evrenin merkezi ile ağırlık merkezinin çakışmasının gerekli olduğu düşüncesindeydi. Ona göre iki yerküre tanımlanıyordu, okyanusların oluşturduğu küre ve yerküre olmalıydı, yerküre ise su kürenin içine batmış durumdaydı.
Denizin çok uzağında kayalara gömülü yada ayrışmış olan bulunan deniz kabuğu fosilleri, akılları en çok karıştıran bir olguydu. Leonardo da Vinci (1452-1519) bunlarla ilgili olarak, deniz düzeyinin bir zamanlar kavkı yatağı düzeyinde olduğunu düşünmüştür, nehir yatakları zaman içinde alçalırken bu yaratıklar da çamur içine gömülüp kalmışlar ve deniz çekilirken çamur içinde sıkışarak ve yer yer de parçalanarak dizilimlerini yitirmişlerdir görüşünü getirmiştir. Leonardo, aşınma ile hafifleyen yanın yükseleceğini ve zamanla bu tabakaların sıradağları oluşturacağını düşünmüştür.
Buridan’ın yazdıklarından Leonardo’dan haberi olacak biçimde diğer bir alıntıda; “ Yerkürenin canlı olduğunu söyleyebiliriz. Toprak onun etidir; üst üste gelmiş kaya tabakaları kemikleri; kasları süngertaşındandır; kaynaklarda kaynayan sular kanıdır. Yüreğinin çevresini saran kan gölü okyanustur. Denizin gelgitleri gibi nabzın her atışında azalıp çoğalan kan yoluyla soluk alıp verir. Ve dünya, ruhunun sıcaklığını yerkürenin her yanına yayılmış ateşten alır, ve yaratıcı tözünün barınağı ateşlerdir” anlatımı yer almaktadır. Dünyanın değişik yerlerindeki sıcak su kaynaklarında ve Sicilya’daki Etna gibi yanardağlarda ve daha birçok yerde dışa vuran bu ateştir. Bu yaklaşımla denilebilir ki, yerküre bir tür organizmadır, aynı zamanda yaşayan bir organizmadır.
Ulysse Aldrovandi’nin (1522-1605), ölümünden sonra yayınlanan toplu yazılarında (1648), mineraller; eş anlamlıları, tanımı, kökeni, doğasından gelen özellik ve nitelikleri, çeşitleri, nerede ve hangi koşullarda bulunduğu, kullanım alanları, tarihteki yeri, doğada barışık oldukları ve ters düştükleri, davranış biçimleri, gizleri, mucizelerdeki rolleri, atasözlerindeki yerleri, simgeleri ve meydana getirdikleri taşlar ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır, ayrıca çizmiş olduğu çok sayıda fosil resmi de bulunmaktadır.
Kimyanın öncüsü sayılabilecek çalışmalarda ve ilk çağın Aristoteles’çi, Platon’cu ve Stoa’cı düşüncelerinde yerküre ve mineraller üstüne ortak görüş (Rönesans’taki düşünülenler de aynı), yerkürenin bir anlamda canlı olarak kabul edilmesiydi. Mineraller yerkürenin rahminde gelişmiş gibiydiler, madenci yerkürenin karnının derinliklerine inebilmekteydi. Albertus Magnus (1193-1280) (Almanya’lı papaz), hayvanların üremesi ve sindirimini minerallerin de oluşumundaki etkin nitelikler olan sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluk gibi özellikler ile özdeşleştirerek, minerallerin oluştukları yerdeki özellikler ile bu özellikleri karşılaştırmak gerekliliğinden söz etmiştir.
Agricola takma adlı Alman bilgin ve maden mühendisi Georg Bauer (1494-1555)(de re Metallica adlı eseriyle ünlü), Saksonya maden ocaklarında çalışan madencilerin görkemli baskı resimleriyle baca açma, su atma ve yer altı taşımacılığı tekniklerini bir kitap altında toplamıştır.
Aristoteles’çi doğa düşünürleri açısından yerküredeki maddelerin sınıflandırılması çabaları sonucunda; tütenler, akanlar ve fosiller (toprak türleri ve taşlar) ile birlikte 81 çeşit toprak ayrımlanmıştır. Metallerin sıvı ve katı olabildikleri ortaya konulabilmiştir. Bu maddelerin belirli nitelik katıcı özellikleri yada ilkeleri olmaları bakımından yukarıdaki saptamalar, mantıksal olmaktan çok kimyasal olmaları yönüyle değerlendirilmişlerdir
Alman Johann Johachim Becker (1635-1682), Paracelsus’un düşüncesindeki madencilerin kabullerine göre kükürt erkek ve civa dişi oluşuyla toprağa bir doğurma süreci için yataklık yapmaktaydı. Gökler hava ile, hava su ile su da toprak ile tepkimeye girince, kolay kavranamayan ve elle tutulurluğu zor bir değişime gidiliyordu.
Becker’e göre üretim şöyle olmalıydı;
1. Toprak + Su à yıldızlar, hayvanlar, bitkiler ve bazı mineraller,
2. Su + Su à kar, kırağı, dolu, buz vb.,
3. Toprak + Toprak à toprak türleri, taşlar ve metaller oluşmuş olmalıydı.
Ayrıca üç olası toprak türü vardı; cam haline girebilen (taşların anası(kuvars (SiO2) gibi), yağlı (metallerin anası) ve civamsı olanlar (yeryuvarın merkezinin ve suların içinde bulunan maddeler)(Becher’in Tuz, Kükürt ve Civa üçlüsü). Toprak ve sudan döllenme teorisi, yukarıdaki anlatımların özüydü.
Bu tanımlamalarıyla Becher, Lyell ve Werner’e ilham vermiştir. Rönesans ile birlikte pozitif bilimin gelişim süreçlerinde çağın düşünürlerine öncülük eden Becher’in, ham ve kanıtlanmamış teorileri, çıkış noktasında düşünsel ve uygulamalı bir birikim oluşturmuşlardır.
Owen Barfield’in kaleminden aktarılanlar da Evrende yaşıyor olmanın Ortaçağ ve Rönesans’ta yaşayanlara nasıl bir duygu verdiğine ilişkin şunlar yazılıydı (ft).
Yerküre üzerine antik Yunan ve Ortaçağ düşünürlerince söylenenler ve doğayı algılama süreçlerinde dikkati çeken en önemli çıkarsama; kafalardaki düşünmenin, dünya olaylarının cansız doğaya göre oluşturulmuş bir modelini geliştirmesiydi. Bu modele göre düşünme, tanrılarca saptanan ereklerin değil, doğa yasalarının ürünü nedenlerin araştırılması noktasına varacaktı. Daha ileri bir noktada, doğayla yada toplumla ilgili olup bitenler, niçinler ve nedenlerle açıklama yolunda bir düşünce geleneği oluşacaktı. Gelinen bu noktada, doğrudan dine karşı çıkılmadan aristokratların dünya görüşlerini ve egemenliklerini dayandırdıkları baskıcı inançlarının temeli oynayarak sarsılacaktı. Olayların nedenler ve niçinlerinin araştırıldığı bir düşünce biçimi artık dinsel değil bilimsel düşüncenin başlangıcı sayılabilirdi.
Gelişim süreçleri izlendiğinde, sihirsel düşünce ve dinsel düşünce sistemlerinden sıçrayarak Batı’da Rönesans ve Reformla ve de Sanayi Devrimiyle bir bakıma Bilimsel Devrimin temelini ve felsefesini oluşturan Bilimsel Düşünce Sisteminin işleyişine ilişki akım şeması aşağıdaki gibi özetlenebilir.

Çağcıl “Bilimsel Devrim” ile (17.yüzyıl) Avrupalıların düşüncelerinde büyük köklü değişimler oldu ki; bunlar Galileo, Bacon, Harvey, Descartes, Boyle, Newton ve vb. sayesinde gerçekleşmiştir. Bilimsel Devrim sürecinde, deney ve matematiğe dayalı argümanların gelişimi, bilgi üretimi için akademilerin kuruluşlarının yasallaşması, mekanik modellemeler ortaya konulmuştur. Bu üretim içinde Alman kimyacılarının büyük rolü olmuştur.
Mekanik madde kuramının gelişerek algılanması sonucunda, yerkürenin daha iyi algılanması maddelerin yapı taşlarının ortaya konulmasıyla kolaylaşmıştır. Mekanik felsefenin öncüsü Descartes, evrenin doğuşunun kuramındaki evrendeki madde devinimini başlatanın Tanrı olduğunu söyleyerek, hava, ateş ve toprağa karşılık gelen bir madde yapıtaşlarının sınıflanmasını aşağıdaki biçimde yapmıştır.
I- Ateş parçacıkları bölgesi(merkez), M- yoğun ışık geçirimsiz bölgeC- düzensiz zerreciklerden oluşan bölge, D- su yuvarlarından oluşan sıvı katman, E- katı katman A-B-hava küre.

Din ve Bilim örtüştürmesi biçiminde Reform sonrası oluşturulan kaynaştırma çabaları içinde Hiristiyanlık öğretisinde Protestan ayrışımında Teoloji (Dinbilim)’de insan düşüncesinde yapılmak istenen yönlendirmeler içinde, kutsal kitaplar anlatımında temellenen kalkışla İrlanda’lı başpiskopos James Usher tarafından bir yaklaşımda bulunularak,Yerkürenin doğum tarihi tamı tamamına 23 Ekim 4004 olarak belirlenmiştir. Kutsal kitaptaki alıntı aynen şöyledir;
“Başlangıçta tanrı cennet ve dünyayı yarattı. Eski Antlaşma, 1.kitapçık, 1.bölüm. Zamanın böylece başlaması bizim kronolojimize göre, Jülyen(Roma) takviminin 710 (:İÖ.4004) yılının Ekim ayının 23. gününden önceki akşama rastladı.
Kelamın ilk gününde, ya da 23 Ekim’de (günlerden pazardı), Tanrı Cennetlerin en yücesiyle birlikte Melekleri yarattı. Binanın çatısını tamamladıktan sonra, dünyanın bu eşsiz yapısının temeline el attı; Derinliklerden ve Yeryüzünden oluşan en alttaki yuvarlağa biçim verirken Melekler Korosu şarkılar söylüyor ve böylece onun adını ululuyorlardı. (…) Ve yeryüzü boşken ve biçimsizken, derinliklerin yüzeyi karanlıkla kaplıyken, birinci günün tam ortasında ışık yaratıldı; Tanrı karanlıktan ayırmak için birine gündüz dedi, öbürüne gece’’.

Nuh Tufanı olayı ile yaradılışın izahının yapılabilmesi Ortaçağ ve Rönesans dönemindeki gelişmelere rağmen geçerliliğini koruması; Edward Lhwyd (1660-1709)’in deniz kabuklarının kökeninde kısmen Tufan sularıyla taşınarak yerkürenin boşluklarına ve yarıklarına yerleşen balık yumurtaları olduğu düşüncesi ile farklı bir yön kazanmıştır. İngiliz fiziko teoloji okulundan doyumsuz fosil koleksiyoncusu John Woodward (1665-1728), fosillere daha önce yaşamış canlıların kalıntıları olarak bakmış, ancak bunların kayaların içine nasıl girdiklerine dair bir çözüm getirememiştir.

SONUÇLAR

*Özetle irdelemeye çalıştığımız, eski çağlardan Rönesans’a insan düşüncesinde Yerküre’nin algılanması; düşünce sistemimizin gelişimi, zamansal bilgi piramitlerimizin oluşumu ve bilginin yaşam dinamikleri üzerine git gide artan etkisiyle günümüzde birçok bilinmeyene açıklık getirilmiş olarak çok farklı bir düzeye gelmiştir..
* Yakın zamandan bir değerlendirme ile Darwin’in doğal seçilim sürecinden geçerek hayvan türeme yada “büyük patlama” kuramıyla oluşumumuza bir açıklamanın doğruluğunun yanı sıra; öğretim sistemimizde canlı tutulan ve bir kuşaktan diğerine aktarım ile yaşatılan; geleneksel kültürün bir yansıması olan kanıt istenmeden kabullenme, günümüzde de popüler olan ve seçmiş olduğumuz “bilge kişiler” ne derse ona göre hareket etmek anlayışını getirmiştir. Günümüzde insanların pek çoğu, kararlarını dinsel inançlarının doğrultusunda vermek konusunda daha çok eğilimlidirler. Bu duruma göre, söylencelerin her tarafımızı sarmış olduğunu söylenebilir. Paul Feyerebend (1970)’de klasik deneycilikte de bir takım kanıttan yoksun hayal ürünü yanların olduğunu ileri sürmüştür. Söylencelerle tarih boyu yaşamış ve yetişmiş olmamız çoğunluğumuzda klişeleşmiş bir durum yaratmıştır.
*İnsanlar ancak okuyarak, öğrenerek, algılayarak yargıya varabilme durumuna geldiklerinde; içlerinden çıkardıkları bilim adamları ve düşünürlerin toplumu geliştirmeleriyle; tartışan ve sorgulayan bireyler olarak oluşturdukları kanıtlarla söylencelere kulak asmayacak konuma ulaşmışlar ve bu konumlarını günümüzde de korumaya çalışmaktadırlar.
*Bununla beraber yerbilim haritaları, alınan kesitler, oluşturulan görsel malzemeler (çok miktarda bilginin birikimi); maden, metal, kömür ve kireçtaşı için üretilen haritalar; 19. yüzyılda değişik bir bakış ve haritalara daha farklı bir yaklaşım ile bilginin daha da geliştirilmesi; insan buluşu birikimler ve daha sonraları bu birikimlerin kesiştiği noktada kıyasıya savaşlar ve askeri mücadeleler içinde, harita ve kesitlerde çoğu zaman yerküre üzerine düşünceler ve yorumlar da yer almıştır. Yerbilimleri ile ilgili anlatımlarda “görsel dil” oldukça önemli olmuştur.
*Bilimsel yaratıcılığın temelinde; bir yığın deneysel ve kuramsal çalışma yatmaktadır. Oluşturulan temel, okus pokus yada şapkadan tavşan çıkarma işi değildir. Gündönümlerinin her yıl biraz daha erken gelmesi olayı, pek çok tufan söylencesinden söz etmeye, bir bakıma kutsal kitaplardaki yazılanların öznel bir yoruma dayandığının ifade edilmesine neden olmuştur.
*İlk çağlardan bu yana insanlar; depremler, volkanik patlamalar gibi büyük güçlere sahip olguların farkında olmalarına karşın, 20. yüzyıla kadar bu olguları tanrıların müdahalesi olarak algılamışlardır.

*Kimya, fizik ve biyoloji gibi diğer pozitif bilimlerin gelişim süreçlerindeki deneysel dinamiklerden farklı olarak jeoloji, uzun bir süre için gelişimini yanlızca gözlemlere dayandırmıştır. Bundan dolayı jeolojinin gelişim perspektifi, günün dinsel ve felsefi eğilimlerinin etkisindeki yorumlanma tarzlarından oldukça etkilenmiştir.
*Bilim tarihinde sıkça rastlanılan olgu, üretim ihtiyaçlarıyla bağlantılı teknolojik ilerlemelerin, düşüncelerin gelişimi için gerekli etkinliği sağlamasıdır. Yer bilimlerinde mühendislik uygulamalarıyla doğa ile insan topluluklarının ilişkileri temelinde önemli örnekler olarak, büyük şirketlerin petrol araştırmaları; deniz yatağı jeolojisinin araştırılması, sismik profil çıkarma ve derin deniz sondajı alanlarında etkin yeni yöntemlerin geliştirilmesi ve fosillerle yaş tayini yönteminin daha etkin kullanılması gösterilebilir.
*Doğa bilimleri, gelişim dinamiklerini sürdürebilmek için bilgi edinimi ve işlenimi konusunda, evrendeki her olayın kendisini belirleyen bir nedeninin bulunduğu savındaki bilimsel determinist bir yaklaşımla hareket etmek durumunda olmuştur. Bu yaklaşım temel alınarak Jeoloji biliminin modern köklerinin, Engels’in tarihsel perspektifini geliştirdiği diyalektik düşünce ve bilimsel determinist bir anlayışın kavranmasıyla atılmış olduğu söylenebilir..


Hiç yorum yok: